Sunday, April 5, 2015

Sanat ve Kültür

Sanat ve Kültür
Bu başlık, insanlık ile ilgili konular içinde hakkında en fazla makale ve kitap yazılanların başında gelir, diyebiliriz. Biz birbiriyle ilişkili olan bu iki kavramı altı açıdan ele alacağız. Konu çok derin inceleme ve araştırma istediği için bu çalışmamız belki akademik bir makale olmayabilir. Fakat bu hayatî hakikati notlar bazında dahi olsa altı açıdan işleyeceğiz. İnşaallah bu notlar başta siyasiler olmak üzere insan ile ilgilenen çevreler için birer hakikat çekirdeği olur.
1) Etimolojik ve Sözlük Açıdan Sanat ve Kültür
Sanat, Arapça bir kelimedir; üstün ilgi ve itina ile yapılan ürün ve eylem demektir. Büyük dilbilimci Ragıb El-İsfehanî’nin de Ahlak Risalesinde az ve yetersiz de olsa farklarına değin- diği gibi; Arapçada iş ve aktiflik kavramı için üç temel kelime var: Fiil, amel ve sanat.. Fiil mutlak manada iş ve aktiflik demektir; ürünün olup olmamasına bakılmaz. Amel kelimesinde ise, mutlaka bir ürün ve mamul olmalı. Eğer ürün ve mamul yoksa ona amel denilmez. O sa- dece bir fiildir. Sanat ise, iş + mamul + özene bezene ve itina ile yapmak demektir. Eğer itina ile özenerek yapılmış bir şey değilse o sadece mamuldür; ona sanat denilmez.
Bu itina ve özen ile yapılış içindir ki; sanat kelimesi sözlük olarak taklidi kolay olmayan hü- ner ve beceri manasına geliyor. Nitekim Kamus-i Türkî sanat kelimesini hüner ve beceri diye çevirmiş.
Modern Arapçada sanat kelimesi yerine fen kelimesi kullanılır. Çünkü hem Osmanlıcada hem modern çağdan önceki Arapçada fen; edebiyat, felsefe ve doğa ilimleri için kullanılıyordu. Bugün bile bu ilim dallarını işleyen fakültelere Fen Fakültesi deniliyor. Fen kelimesi etimolo- jik olarak çeşitlilik manasına geliyor. Çünkü gerek yüksek itina isteyen sanayi dalları ve gerek çok yüksek itina ve ilgi isteyen bilim dalları çok çeşitlidirler ve çokça detay içeriyorlar.
Evet, Osmanlıcada sanat, genelde sanayi manasında kullanılıyordu. Onlar, bugün sanat dedi- ğimiz beceri alanlarını da sanayinin bir kolu olarak görüyordu. Yalnız bu ikinci kısma sanayi- i bedia (sıfırdan icad edilmiş güzel beceriler) deniliyordu. Kamus-ı Türkî’nin belirttiğine göre; sanat kelimesinin ilk çoğulu sınaâttır. Marangozluk ve diğer ustalıklar için bugün kullanılan zanaat kelimesi, bunun değişmiş şeklidir. Sanat kelimesinin ikinci çoğulu ise sanayi kelimesi- dir.
Avrupalılar, sanat için art diyorlar. Avrupa’nın kültür ve edebiyat merkezi olan Fransa bu kelimeyi aynen Osmanlıca sanaât kelimesine tekabül edecek şekilde kullandıklarını ve her bilim dalı kelimesinin başına art kelimesini koyduklarını merhum Şemsettin Sami’nin Kamus- ı Fransevî’sinde görüyoruz.
Kültür Kelimesinin Sözlük ve Etimolojik Manası: Kültür Avrupa dillerinden bizim kültürü- müze geçen bir kelimedir. Etimolojik manası bilinçli olarak yapılan ziraat ve ekin demektir. Ki Osmanlıcada bu mana, tarla ve ürün demek olan hars kelimesi ile ifade edilmiştir.

Kültür kavramı, sanat ve meslek manaları gibi medeni insanı, vahşi insanlardan ayıran önemli bir manadır. Büyük ihtimal ile bundan 12 bin sene önce ilk medenileşme ve sosyalleşme zi- raat ve ekin ile olduğundan insanın öğrendiği ailevi ve toplumsal bilgi manasında bu kültür kavramı kullanılmıştır. Nitekim biyolojik olarak insan türü manasında kullanılan Homo Sapi- ens kelimesi bazen kültürlü insan diye çevrilir. Homo Sapiensin asıl manası, soyut olarak dü- şünen ve düşündüğünün farkında olan insan demektir. Homo kelimesi, medeni-i bittab’ (do- ğuştan medeni olan) insan manasında sosyal ve düşünebilen canlı demektir. Sapiens kelimesi ise, bilgelik ve felsefe manasında olan sofia kelimesiyle akrabadır.
Hulasa: Kültür kavramı insanlığın ve milletlerin geçim tarzlarından ta inançlarına kadar bü- tün sosyal birikimlerini özellikle dil ve edebiyatlarını kapsar.
Modern Araplar kültür manası için hars kelimesi değil de sekafet kelimesini kullanırlar. Bu kelime ise zekâ, beceri ve ustalık demektir. Anlaşılan bugünün Arabı, ekin manasına gelen eski birikimi değil de kültürün çağdaş seviyesini esas alıyorlar. Sözlüklerinde bu sekafet ke- limesini, ilimlerde, estetik ürünlerde ve edebiyatta beceri ve ustalık şeklinde çeviriyorlar.
2) İnsan, Sanat ve Kültür
Kültür, sosyal ve düşünsel bir birikim olarak insanı hayvandan ayıran temel bir realite olduğu gibi; sanat da daha ileri derecede insanın sıradan bir hayvan olmadığını daha parlak bir şekil- de isbat eder. Eğer insanlığın bu çok katlı yapısını genel olarak üç aşamada dile getirirsek; şu üç kelime ile ifade edebiliriz:
a) Giyinme ve beslenme (mutfak) aşaması. b) Okuma-yazma ve öğrenim aşaması. c) Ölçülü, sanatlı ve güzel bir hayat biçimini benimsemesi.
Evet, sanat ve kültür kavramları, o kadar çok ve önemli manaları içeriyorlar ki; insan gibi çok modlu, çok yönlü ve sonsuz istekleri olan bir varlığı temsil edebiliyorlar. Adeta onunla eşde- ğerdirler. Çünkü sanat ve kültür olmadığı zaman insan hayvanlaşır. İnsanın kültür ve sanat ile olan varoluşsal ilişkisini şu beş kısa başlık altında şöyle ifade edebiliriz:
a) İnsanın Dil Öğrenmesi: Dünyada 3000 tane dil varsa da hepsindeki mantık ve fonetik yapılar aşağı-yukarı aynıdır. Dil öğrenme, eşyaya isim takma, soyut ve girift manaları belli ve örgülü bir gramer ile canlandırma, insanın (Âdemin) biricik mucizesidir. İnsanın sıradan bir hayvan olmadığının yani yeryüzünü Allah namına yönetebileceğinin belgesidir. İnsanın diğer hayvanlardan çok farklı olarak 29-30 civarında harf ve ses çeşidini çıkarabilmesi için evrim sürecinde çene ve boğaz yapısı ekstra, bilinçli İlahî bir müdahale görmüştür. Demek dil ve edebiyat, başlı başına bir sanattırlar. Evet dil ve edebiyat, insanî varoluş ağacının kökü olduk- ları gibi aynı zamanda o ağacın meyvesidirler.
b) İnsanın Sanat ve Teknik Yapabilmesi: Teknik, bilgi ve sanat olarak insanın ikinci bir mu- cizesidir. Bilindiği gibi teknik, insanoğlunun tahlil ve terkip yapabilme özelliğinin sonucu ve birikmiş şeklidir. Evet, insan adeta sonsuz bir bilinç içeren doğayı ve doğal nesneleri tahlil eder; yani önce çözer; onların yapılış sırrını ve nedenselliğini öğrenir; sonra onu taklid ederek terkib eder; yani o sıraya göre o doğal nesnelere benzer bir aleti monte eder. Bu şekilde mes- leki sanatları öğrenmiş olur. Ve nihayet bu teknik birikim, insanı tabiata egemen kılar; dinle- rin, insan yeryüzünde Allah’ın halifesidir, sözünü isbat eder.

c) Sanat ve Soyut Boyut: Eskiden beri merak ederdim; insanlar nasıl oluyor da gidip 500 mil- yon dolar verip bir tabloyu alıyor. Çünkü nicelik olarak bu tablo bir metre bez ve bir kilo bo- yadan ibarettir. Sonra öğrendim ki; insanlar bu gibi paraları o tablodaki özene bezene yapılan işe, yani onun içinde hissedilip de tam görünemeyen soyut boyuta veriyorlar. Bu soyut yön ile bir nevi ebediyet arzularını tatmin etmiş oluyorlar.1 Evet, bu asırda ebediyet arzusunun tatmi- ni çok önemli olmuştur. Çünkü insanın ebediyet arzusunu tatmin eden dinler, yanlış an- laşıldıklarından ve yanlış anlatıldıklarından dolayı hayat alanlarının ve sosyal aktivitelerin hiçbirinde egemen değiller. Cenaze merasimleri hariç..
d) İnsanın İlim Öğrenmesi ve Sanatkârlığı Doğuştan mı? Yoksa Sonradan mı ediniliyor?
Bu konuda iki farklı görüş var. Biri insanın bütün yeteneklerinin doğuştan geldiğini iddia edi- yor. Diğeri hayır, insan beyni boş bir sayfa gibidir; insan her şeyi sonradan öğreniyor, diyor. Her iki görüş de tek taraflı ve genellemeci oldukları için yanlıştırlar. Çünkü insanda üç beyin katmanı vardır; vejetatif kısım, limbik tabaka ve üst korteks. Vejetatif kısım insanın bitkisel hallerini organize eder; limbik kısım insanın hayvanî ve duygusal yönlerini düzenler. Bu iki kısımdaki bütün bilgiler, aşağı-yukarı doğuştan gelir. Onun için hayvanlarda –şartlanma du- rumları hariç- öğrenim safhaları ya yoktur veya çok kısa bir zamanda oluyor.
İnsan ise eğitimini tam olarak ancak 40 senede tamamlar.2 Çünkü insanı Âdem yapan, ona soyut değerleri ve bilgileri kazandıran beynin üst korteksi, adeta boş bir sayfa ve disk gibidir; insan sonradan bunu doldurur ve tekmil eder. Hemen hatırlatalım ki; bu üst korteks, beynin diğer kısımlarından tamamen müstakil çalışmıyor; diğer alt kısımları kendine temel (basic) ve altyapı olarak kullanıyor.
Beynin alt ve derin davranışları doğal olarak çalıştığından ve üst korteks diğer bölümlere nis- beten bir derece iradî ve yapay çalıştığından sanatla ilgilenen insanların çoğu, doğal oluşum- ları sanat saymıyorlar. Çünkü sanat, özenerek ve itina ile yapılan bir şeydir.
e) Sanat ve İnanç: Hayvanlarda ve üç yaşına kadar çocuklarda gözlemlediğimiz gibi; soyut algı hemen hemen yok gibidir. Soyut algının en basit basamağı olan nedensellik bilgisi yok- tur. Maymun, karga ve bazı diğer zeki hayvanlar ile 5 yaşındaki çocuklarda iki veya üç basa- maklı nedenselliğin bilgisi olduğu gözlemleniyor. Hâlbuki eğitimli, yetişkin bir insan, binler- ce nedensellikleri ve soyut manaları kısa bir zaman içinde ve beraber olarak düşünebilir.
Evet, çocuk beyni biyolojik olarak tam hazır bir insan ise de insandaki çocukluk dönemi ev- rim sürecindeki hayvanlık dönemine tekabül ettiği için; çocuk soyut değerleri algılayamıyor. Onun için çocuk eğitimi ilk başta somut oyuncaklar ile yapılır.
Antropoloji, Psikoloji ve Sosyoloji açıkça gösteriyor ki; gerek tarihte tür olarak ve gerek aile- de birey olarak insanı, soyut düşünceye, sonra bilgiye, daha sonra sanat ve kaliteye yönelten ve yükselten insandaki inanç faktörüdür. Yani eğer inancı ve inancın biricik sonucu olan so- yut değerleri insanların zihninden silerseniz; insan yine vahşi bir hayvan olur. Hemen hatırlatalım ki ilk başlarda inancın eksik veya yanlış olması çok önemli değildir.
1 Şöhret ve ticaret için bu işi yapanlar bahsimizin dışındadırlar. 2 Ahkaf Suresi, 15

Fakat insanın varlığı, ölümü ve hayatı, bireysel ve sosyal ilişkileri özellikle ahlakî (etik) de- ğerleri iyi ve eksiksiz düşünmesi, bilmesi ve işleyebilmesi için evrensel, sosyal ve bütün doğ- ru değerleri içeren bir din gereklidir, insan için.
Mesela önemli üç örnek verelim:
1) Tevratta özellikle Çıkış ve Sayılar bölümlerinde o kadar ince kurallar, estetik önermeler ve dini yaşamak için kurumların gerekliliği anlatılıyor ki; bir insan o süreçten geçip de kaliteli bir hayata ve sanata sahip olmaması adeta muhal olur.
2) İslam dini, diyalektik süreci kabul etmekle ve dinin en birinci emri olan sırat-ı müstakimi (iki farklı ucu dengeleyip orta yolu) ve varoluş simetrisinin ortasını esas almakla adeta savaş- ları ve olumsuzlukları dahi sanata ve güzel ahlaka çeviriyor.
3) Hıristiyanlık ise aslî günahı kabul eder. Bu aslî günahın manası şudur: İşlemekle yapılan iradî bir günah değil de yapısal bir mesele olan insanın hayvan olmasıdır. Bu aslî günah, Âdem yasak ağaçtan yedi; cennetten atıldı şeklinde ifade edilmiştir. Bu ontolojik gerçeği, sadece bir sefer gerçekleşen tarihî bir olay olarak görmek, dinin evrensel gerçeklerini hurafe- leştirir. Nitekim Kilise, bu meseleyi böyle anladığı için; bilimselliği ve adaleti savunanlarca sürekli olarak eleştiriliyor.
İşte burada Âdem, bütün insanlar, demektir. Ve yasak ağaç da hayvanlığın en birinci özelliği olan cinsel ilişki ile biyolojik nesil ağacının devam etmesi demektir. Evet, başta (yani çocuk- lukta) bu ağaçtan yemek doğal olarak yasaktır. Fakat ergenlik ile insan bunu yiyor; onun so- nucu olarak cennet gibi rahat olan çocukluk döneminden, hayat arenası olan sorumluluk dün- yasına iniyor. Bunun sonucu olarak da İsa (din ve vahiy) geliyor; insanın o hayvanî boyutunu gideriyor; onu iman, ibadet ve manevi değerler ile yine eski cennetteki gibi melekleştiriyor. Dinin bu ontolojik ve psikolojik medenileştirmesi, soyut değerleri öğretmesi ve insanı melek- leştirmesi yanında sosyolojik ve tarihî olarak da dinlerin özellikle Hıristiyanlık ve İslam dinle- rinin, Avrupa ve Afrika’nın onlarca vahşi kabilelerini medenileştirmesi, yine tarihî bir gerçek- tir.
Bireysel olarak agnostik takılan ve toplumun eski soyut değerlerini dolaylı da olsa kullanan bazılarını hariç tutarsak; sosyal olarak komünist ve materyalist bir hayat süren sol blokta sa- nat, edebiyat ve kültürün yozlaşması ve daha sonra kıtlık çekmesi, bu dediklerimizin yüzlerce delilinden sadece biridir.
3) Tabiat ve Sanat
Materyalistler ve determinist natüralistler, doğadaki oluşumları sanat saymıyorlar. Hâlbuki doğada öyle bir güzellik, estetik ve ergonomik yapılar var ki; tabiatçılar (natüralistler) bile ona âşık oluyorlar. Materyalistler bu güzellere âşık olmazlar; çünkü onlar, materyalist diya- lektikten başka hiçbir değer ve güzelliği göremiyorlar.
Ömer Hayyam gibi filozoflar da bu güzelliği göremiyor. Çünkü onlar, varlığı determine ve varlığı yaratan Allah’ı mücib-i bizzat (zorunlu olarak yapan) olarak kabul ediyorlar. Fakat İbn Sina ve İbn Rüşd, astronomisiyle, biyolojisiyle, ekolojisiyle ve sosyal boyutları ile doğayı en üstün bir sanat olarak görüyorlar. Bunların delili de inayet hakikatidir. İnayet, Allah’ın özene bezene ve itina göstererek her şey ile ilgilenmesi demektir. Onlar bu ilgiyi Allah’ın varlığına delil yapıyorlardı. Buna delil-i inayet diyorlardı.
Orta Çağın bilimsel altyapısı eksik olmasına rağmen bu büyük düşünürler, haklı idiler. Nite- kim bu çağımızda insanlığın bütün bilimsel verileri, bunları doğruluyor. Çünkü bugün herkes- çe biliniyor ki; varlığın üç sacayağı var: Enerji, yazılım ve evrim. Eski deyim ile kudret, ilim ve irade.. Kudret malzemeyi temsil eder; ilim o ham malzemenin yazılım ile nesnelleşmesini temsil eder; irade ise bilinçli tercihlerle o nesne ve varlıkları mükemmelliğe ve güzel bir gö- rünüşe doğru yönlendirmeyi temsil eder.
Bugün için bütün oluşumların ve biyolojideki bütün mutasyonların daima mükemmele doğru gerçekleşmesi, geçmiş ve geleceği ile bütün varlık sisteminin sonsuz bilgi-işlem isteyen bir bilgisayar gibi (hem elektronik, hem mekanik, hem kuantum olarak) çalışması evrenin, dün- yanın ve ekolojinin özellikle biyolojik âlemin en zirve sanat olduğunu gösterir. Ki dünyadaki bu oluşumlar, insanlığın birinci üstadıdır; ikinci üstadı da o oluşumların içindeki sonsuz bilin- ci gösteren, yaşatan ve insanoğluna adeta bir evren kadar manevi genişlik ve kapasite veren dindir. Bazı dindarların zaafları cehaletlerindendir; bu mükemmel sistemi ve dinin varoluşla özellikle bilimsel verilerle eşit olduğunu bilmemelerindendir. Evet, dindarların ahlakî zaafları ve geri kalışları dinin özünden kaynaklanan bir şey değildir.
Evet, doğa sonsuz boyutları ile ve sonsuz bilgi işlem hacmi ile son derece güzel ve anlamlı bir sanat ve yapıdır ki; yüzlerce bilim dalları, bu sanat ve yapının dile gelmiş şekilleridir. Özellik- le Optik, Biyoloji ve Matematik dalları gayet güzel sanat numunelerini bize gösteriyor; dü- şündürüyor ve yaşattırıyor.
Sosyal hayat da tabiatın bir parçasıdır. Bunda İlahî inayet ve ilgiyi gösteren binlerce bireysel, manevi ve olağanüstü yaşamlar bir fenomen olarak tarih boyunca gözlemlenmiştir. Vahiyler ve din ise, bu İlahî ilginin en üstün şekilleridir. İşte bu sırdandır ki; vahiy metinleri –mana ve sanat olarak- çok yüksek bir dereceye sahiptirler. Bu metinlerin diğer insanî sözlere kıyası, son derece güzel ve leziz doğal bir elmanın plastik bir elma maketine kıyası gibidir.
Evet, inayet, itina ve mana aynı kökten geliyorlar. Nitekim insan yazarken ve konuşurken karşı tarafa iletmek istediği mana ile itinalı ve özenerek ilgilenir. Demek İlahî ilgi ve irade zamanlar üstü olduğundan vahiy metinleri, evrensel ve mana açısından çok yoğun oluyorlar; hiç yaşlanmıyorlar.
4) Edebiyat Alanı Olarak Sanat ve Kültür
Biyolojik boyutuyla 150 bin yıl öncelere dayanan Homo Sapiens (soyut düşünen insan) gerek göçebe olarak ve gerek yerleşik olarak 40-50 bin yıldır kültür ve beceriler üretiyor. Bu kültür ve becerilerin ölçülü ve estetik bir şekilde toplumlara özellikle yeni nesillere verilişine ve gös- terilişine sanat denilir. Yani toplumların kültürel birikimlerini özenerek ve itina ile ele alıp güzel bir üslup ve şekil ile topluma sunmaya sanat denilir.
Demek sanatın ve dolayısıyla kültürün asıl alanı ve dayanağı dil ve edebiyattır. Osmanlıcada edebiyata kısaca edep deniliyordu. Bu kelimenin kök manası (etimolojisi) ölçü demektir. Ni- tekim müfredat manasına gelen literatür kelimesinin kök manası da ölçü demektir. Litre keli- mesi bu kökten gelir.
Topluma yönelik edebiyat ve sanat için üç alan vardır: Aşk ve güzellik, kahramanlık ve ce- saret, hakikati dile getirmek ve göstermek..
Bu konuda İslam edebiyatı ile Avrupa edebiyatı önemli farklılıklar gösterir. Bu farklılıkları son derece derin bir analiz ile dile getiren bir parçayı izahı ile beraber buraya alıyorum.3 Şöyle ki:
“Batı edebiyatı nefsanî arzu ve isteklerden doğmuş; üstün zekâya (dehaya) dayanır. Hâlbuki olgun insanların yüce zevklerini okşayan bir dil ve edebiyat, çocuksu bir algıya, ahlaksız bir karaktere sahip olan birine hoş gelmez; onu eğlendirmez. Bundan dolayıdır ki; zevki aşağı, sefih ve şehvanî bir hayat ile beslenen kişiler, ruhanî ve manevi zevkleri bilemezler.
Avrupa’dan bütün modern dünyaya sızmış olan bugünkü çağdaş edebiyat, romanlara da- yandığı için yani yapay ve dünyevi olduğu için Kur’anın saf hakikat olan yüksek edebî ince- liklerini ve haşmetli ifade üstünlüklerini göremez ve tadamaz. Dolayısıyla Avrupa edebiyatı Kur’an için mukayese ölçüsü olamaz. Çünkü edebiyat için üç alan vardır. Edebiyat bu üç alan içinde dolaşır; dışına çıkamaz: Aşk ve Güzellik, Kahramanlık ve Cesaret, Hakikat ve Gerçek- liğin Gösterilmesi...
Bakın Avrupa edebiyatı kahramanlık konusunda hakperest davranmıyor. İnsanların zalimleri- ni ve gaddarlarını alkışlıyor. İnsanlara, güce tapının diye yanlış bir ilkeyi aşılıyor.
Güzellik ve aşk noktasında hakiki güzelliği bilmiyor. Erotik bir zevki nefislere şırınga eder. Hakikati göstermek alanında kâinatı İlahî bir sanat olarak göstermez. Varlığı ve hayatı, İlahî rahmetin bir dekoru olarak görmez. Evreni bilinçsiz, sağır ve kör bir madde yığını olarak ele alır; bir daha bu bataklıktan çıkamıyor. Kalkıp insan gibi değerli bir varlığı, kendilerince bu çirkin ve absürt tabiata âşık ettiriyor. Materyalizmi ve maddi değerleri tek dayanak olarak gösteriyor; insanı öyle bir çökertiyor ki insan bir daha ayağa kalkamıyor. Bu gibi haletlerden doğan insan sıkıntılarını kendi edebiyat ve eğlenceleri ile teskin etmek ister. Fakat hakiki çıkış yolu gösteremiyor.
İsterseniz bu parçanın geri kalan kısmını müellifin şiirsel üslubundan okuyalım:4
Tek bir ilacı bulmuş, o da romanlarıymış: Kitap gibi bir hayy-ı meyyit (canlandırılan ölü), sinema gibi bir müteharrik emvat: (Hareket eden ölüler.) Meyyit hayat veremez.
Hem tiyatro gibi tenasuhvari (reenkarne olmak gibi) mazi (geçmiş zaman) denilen geniş kab- rin hortlakları gibi şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz.
Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne fasık bir göz takmış, dünyaya bir alüfte fistanını giydirmiş, hüsn- ü mücerret (saf ve soyut güzelliği) tanımaz.
Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktristi karie (okuyucuya) ihtar eder. Zahiren der: “Se- fahet fenadır, insanlara yakışmaz.” Netice-i muzırrayı (zararlı sonucu) gösterir. Hâlbuki se- fahete öyle müşevvikane (teşvik ederek) bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kala- maz.
İştihayı kabartır, hevesi tehyiç eder; (heyecanlandırır;) his daha söz dinlemez. Kur’andaki edebse (edebiyat ise) hevayı (keyfiliği) karıştırmaz.
3 Lemeat 1920, Bediüzzaman Said Nursi 4 Metindeki parantezler bizim tarafımızdan konulmuştur.

Hakperestlik hissi, hüsn- ü mücerret aşkı, cemalperestlik zevki, hakikatperestlik şevki verir. Hem de aldatmaz.
Kâinata tabiat cihetinde bakmıyor. Belki bir sanat-ı İlahi, bir sıbga-i Rahmani (İlahî somut yansımalar) noktasında (çerçevesinde) bahseder; akılları şaşırtmaz. Marifet-i Sâniin (yüce sanatkâr olan Allah bilgisi) nurunu telkin eder, her şeyde ayetini (belgesini) gösterir.
Her ikisi rikkatli (acıklı) birer hüzün de veriyor; fakat birbirine benzemez:
Avrupazade edebse, fakdül-ahbaptan (dostların yokluğundan) sahipsizlikten neş’et eden (or- taya çıkan) gamlı bir hüznü veriyor; ulvi hüznü veremez.
Zira sağır tabiat, hem de bir kör kuvvetten (enerjiden) mülhemane aldığı bir hiss-i hüzn-ü gamdar: (Üzüntü ve çöküntü duymaktır.) Âlemi bir vahşetzar (yabanilik yayan bir alan ola- rak) tanır; başka çeşit göstermez.
O surette gösterir, hem de mahzunu tutar, sahipsiz de olarak yabaniler içinde koyar, hiçbir ümit bırakmaz.
Kendine verdiği şu hiss-i heyecanla git gide ilhada (sapıklığa) kadar gider, ta’tile (tanrıyı devre dışı bırakmaya) kadar yol verir. Dönmesi müşkül olur; belki daha dönemez.
Kur’anın edebi ise, öyle bir hüznü verir ki, âşıkane hüzündür, yetimane değildir. Firakul- ahbaptan (dostların ayrılışından) gelir; fakdül-ahbaptan gelmez.
Kâinatta nazarı, kör tabiat yerine, şuurlu, hem rahmetli bir sanat-ı İlahi onun medar-ı bahsi. Tabiattan bahsetmez.
Kör kuvvetin (enerjinin) yerine, inayetli, hikmetli bir kudret-i İlahi ona medar-ı beyan. Onun için, kâinat vahşetzar suret giymez.
Belki muhatab-ı mahzunun nazarında oluyor bir cemiyet-i ahbap (dostlar derneği;) her taraf- ta tecavüp (ilişki ve yardımlaşma), her canipte tahabbüp (sevgi gösterisi) ona sıkıntı vermez.
Her köşede istinas (tanışma ve huzur) o cemiyet içinde mahzunu vazediyor; bir hüzn-ü müşta- kane; bir hiss-i ulvî (yüce duygu) verir, gamlı bir hüznü vermez.
İkisi birer şevki de verir. O yabanî edebin verdiği bir şevk ile nefis düşer heyecana, heves olur münbasıt (kabarır;) ruha ferah veremez.
Kur’anın şevki ise, ruh düşer heyecana, şevk-i maâlî (yüksek istekleri) verir. İşte bu sırra bi- naen, Şeriat-ı Ahmediye (İslam Hukuku) lehviyatı (anlamsız eğlenceleri) istemez.
Bazı alât-ı levhi tahrim eder (yasak eder;) bir kısmı helal diye izin verir. Demek hüzn-ü Kur’anî veya şevk-i tenzili veren alet zarar vermez.
Eğer hüzn-ü yetimî (umutsuzluk ve karamsarlığı) veya şevk-i nefsanî verse, alet haramdır. Değişir eşhasa göre; herkes birbirine benzemez.
5) Kur’anda Sanat Kavramı
Kur’anda sanat kelimesi ve bu kökten türemiş kelimelerin toplam sayısı 20 adettir. Fakat ke- limelerin sayısından ziyade içinde geçtikleri ayet ve sure bağlamları çok önemli bir bakış açısını insana veriyor; bu kavram hakkında.
İçlerinde bu kelime ve türevlerinin geçtiği bütün ayetleri gözden geçirdiğimizde az da olsa birbirinden farklı altı manada kullanıldığını görüyoruz. Eğer ayet, cümle ve surenin dizayn ve bağlamlarına dikkat edersek..
Birincisi, İslam sanatının mahiyetini ve temel dayanaklarını bize anlatan Ankebut suresi 45. ayettir. Şöyle ki:
“Kâinatın temel bilinç yasalarından sana vahiy olunan kısımları oku. Namazı tam olarak kıl. Çünkü namaz aşırılıklardan ve çok iğrenç olan geri kalışlardan insanı alıkoyar. (Yani namaz dengedir.) Fakat sonsuzluğu ve edebiyatı idrak etmek (zikir) demek olan Allah bilgisi bundan daha önemlidir. Hiç şüphesiz Allah, yaptığınız sanatı (yani bir sanat olan hayat tarzınızı) çok iyi biliyor.”
Bu ayette beş cümle var. İlk dördü İslam’ın hayat ve sanat anlayışını dile getiriyor. Beşinci cümle ise bunları özetliyor. Şöyle ki:
1. Cümle, düzen ve yasayı (kitabı) vahyi (destana dökülen bilinci) ve bunları anlayarak oku- mayı gösteriyor. 2. Cümle, namazı ikame etmeyi; denge ve entegrasyonu dile getiriyor. 3. Cümle, aşırılıkların ve geri kalışların önünü kesiyor.
[Bu değerlerin güzellikle sağlıklı bir hayat ve sanat için ne kadar önemli olduğunu işten anla- yan herkes bilir.]
4. Cümle, sonsuzluğu ve soyut manevi varlığı gösteriyor. Ki bu iki mesele sanatın ruhu ve aklıdırlar.
İkinci grup ayetler, zalim ve mazlumların sanat ve hayat anlayışını gösterir. Şöyle ki:
“Bereketli kıldığımız yeryüzünün doğularını ve batılarını, zayıf bırakılan millete miras bıraktık. Sabrettikleri için Beni İsraile (dindar-medeni millete) olan İlahî vaad tamamlandı. Firavunun bütün medeniyeti, sanayisi, milleti ve yükselttikleri binalar yerle bir oldu.” (Araf, 137)
“Siz her tarafa anlamsız bina ve heykeller yapıyorsunuz. Dünyada ebedî kalacak imişsiniz gibi özene bezene lüks evler ve yapıtlar yapıyorsunuz.” (Şuara, 128-129)
Üçüncü kısım ayetlerde, sanat kelimesi hile manasında kullanılmıştır. Şöyle ki:
“Onların çoğunu, kötü davranışlarda, düşmanlıklarda ve haram yemede yarıştıklarını görü- yorsun. Neden manevi eğitim almış mürşidler (Rabbaniler) ve âlimler (ahbar) onları bu yanlış işlerden alıkoymuyorlar. Allah bunların yaptığı bu işi (yaptıkları bu sanatı) çok iyi bili- yor.” (Maide, 62-63)
[Evet, Medine’de Yahudi ve münafıkların yaptıkları hileler çok ince ayar ve özen istediği için ayet onların yaptıklarına sanat diyor.]

“Bir köy vardı; güven ve huzur içinde idi. Sabah akşam rızıkları onlara geliyordu. Fakat on- lar, bunu Allahtan bilmeyip (haram ve helal demeden) hile yapmaya başladılar. Nankörlük ettiler. Allah da bu yaptıkları sanat yüzünden onlara korku ve açlığı tattırdı.” (Nahl, 112)
Dördüncüsü, Nur suresi, 30. ayettir. Burada Kur’an sanat kavramını olumsuz manada karşı cinse kur yapma ve çıplaklığı (erotizmi) teşvik etme manasında kullanmıştır. Şöyle ki:
“Müslümanlara de ki: Gözlerini haramdan sakınsınlar, cinselliklerini korusunlar. Bu onlar için daha nezih ve daha temizdir. Hiç şüphesiz Allah, bu alanda yanlış yapanların sanatından çok iyi haberdardır.”
Bu sanat kavramının beşinci kullanılışı, Allah’ın özenerek yaptığı yaratılış manasındadır.
Şöyle ki:
“Sen dağları görüyorsun; onları donuk ve durgun sanıyorsun. Hâlbuki onlar bulutlar gibi hareket halindedirler. Bu durum, her şeyi sağlam yapan Allah’ın sanatıdır. Hiç şüphesiz Al- lah yaptıklarınızı biliyor.” (Neml, 88)
Altıncısı: Kur’an bazen bütün bir hayatı ve bir süreci sanat sayıyor. Şöyle ki: “Ey Musa, nefsim (somut tecellilerim) için seni ve bu hayatını özenerek (sanatlı olarak) seç-
tim.” (Taha, 41) “Ey Musa, senin üzerine kendimden özel bir sevgi bıraktım ki benim gözetimim (sanatım)
altında güzel bir hayat ve sanat ortaya çıksın.” (Taha, 39) 6) Çağımızda Öne Çıkan Sanat ve Kültür Yapısı
Sanat, insanın ikiz kardeşi olduğundan; düşünen, inanan, düzenli bir hayat yaşayan insanlar var oldukça elbette güzel sanatlar var olacaktır. Fakat hayatı ve varoluşu süsleyen bu güzel meslek, çağımızda diğer çağlarda olmayan 6-7 hastalık kapmıştır. Şöyle ki:
1) Yazının başında değindiğimiz gibi; sanat özenerek ve itina ile yapılan bir iştir. Dolayısıyla önemli bir içeriği ve manası olmalı. Fakat çağımızda birçok kitap, film ve müzik ürünleri, estetik ve mana yüklü olması gerekirken, uyarma ve ajitasyon dışında bir fonksiyon taşımıyor.
2) Çağımızdaki sanatların çoğu ya abartı ve aşırılık içeriyor veya yetersiz ve bodurdur. Mese- la; korku işleyen filmler, hayatta ve gerçek durumda olandan belki on kat daha fazla korku veriyorlar. Ayrıca korkudan kurtulmanın çaresini de göstermiyorlar. Yaptıkları tek şey insan- daki korku damarını fazlaca ajite etmek; bu sayede yarı ölmüşlük sayılan durgunluğu gider- mektir.
Aşk ve sevgiyi işleyen film ve kitaplar yine öyle; aşırı bir erotizm ile o durgun insanları şaşırtıyorlar. Bunlar bilmiyorlar ki ajitasyon da durgunluk gibi bir çeşit ölümdür. İsraf ve tü- keniştir.
3) Çağımızda dinler hayatta aktif olmadıkları için sanat ve edebiyat çeşitleri içinde en fazla rağbet gören sürrealist çeşittir. Maalesef bu edebiyat, insanı realiteden ve hayattan koparan, onu havalandıran, bir yaprak gibi onu her tarafa savuran bir şeydir. Evet, sürrealist sanat ve edebiyat, insanı akıldan ve gerçeklikten koparan kurnazca bir tuzaktır. Evet, din de sürrealist
edebiyat da insana sonsuzluk duygusunu hissettiriyor. Fakat din doğanın, insanın ve toplumun gerçek manada bir parçası iken belki kendisi iken; sürrealist edebiyatın doğallıkla ve bilimsel kanunlar ile hiçbir ilişkisi yoktur. Doğa ve varlığın yapısına tamamen aykırıdır.
4) Çağımızda Nihilist felsefeler çok egemen oldukları için her şey, dolayısıyla varlık da hayat da aşk da güzellik de anlamsız kaldıklarından; absürtlük ve anlamsızlık, sanata ve edebiyata diğer çağlara oranla daha çok yansımıştır.
Bazı dinî metinlerde hamd ve istiğfar beraber zikrediliyor. Hamdın manası: Sistem, hayat ve kâinat mükemmeldir. İstiğfarın manası: Var olan eksik ve kusurlar, insandan kaynaklanıyor. Onun için insan bağışlanma dilemeli. Maalesef bu varlık algısı bugün yok. Dolayısıyla hedo- nizmden başka insanın elinde hiçbir değer kalmıyor ki; o değerler sanata ve sahneye yansıtılsın.
5) Gerçek sanatın içeriği soyuttur ve hedef konusu sonsuzluğu hissettirmektir. Çağımızda materyalizm ve teknoloji (fabrikasyon) egemen olduğundan, soyutluk ve sonsuzluk manaları kaybolmuştur. Evet, karanlık ve aydınlığın zıtlığı gibi, materyalizm felsefesi ve hayat tarzı ile teknoloji ve fabrikasyon, insana nefes aldıran, sonsuz ve soyut değerlere zıttırlar.
6) Bazı Fransız düşünürler, sanattaki bu soyut ve sonsuz boyut kaybolmasın diye; Sanat, sa- nat içindir; sanatta onu kirletecek başka bir amaç ve çıkar beklentisi olmamalı, demişlerdi. Maalesef bu prensip bugün yanlış kullanılıyor. Nitekim Fransızların o güzel sözünden; Sanat, sanat içindir; onda mana ve içerik olmamalı; olursa uyarma özelliği gider. Çünkü bazen çılgınlık ve absürt hareketler dahi sanat olabilir, yeter ki kitleleri ajite edebilsin, şeklindeki bir manayı anlıyorlar.
Yazımızı olmuş bir fıkra ile bitiriyoruz: 1970’li yıllarda sol blok kendi aralarında Deniz Tica- ret Birliğini kuruyor. Sonra Sovyetler Birliği, sınırında deniz olmayan Çekoslovakya gibi ül- keler bu birlikte olmamalı, diye teklif veriyor. Çekoslovakyalar ise, Ruslara karşı “Ama sizde kültür ve adalet olmadığı halde Rusya Devletinde Kültür ve Adalet Bakanlıkları var?” diye cevap veriyorlar.
1. 1. 2015 Bahaeddin Sağlam


Varlık ve Hayat Hakikattir

Varlık ve Hayat Hakikattir

Aslında böyle bir başlık ve böyle bir cümleye ihtiyaç olmamalı. Çünkü insanlık düşünce tarihi içindeki büyük ve bilge düşünürlerin büyük çoğunluğu, Varlık ve varoluş saf iyiliktir, mea- lindeki cümleyi kendileri için temel bir ilke olarak kabul etmişlerdir. Fakat hayatın içinde göreceli de olsa var olan kötülük, antik tarihten beri bazı düşünürleri yormuştur. Bunlar çağına göre de değişik isimler almışlardır: Sofestaîler, abesiyyun, absürtçüler ve nihilistler gibi..
Bu eski sorun ile beraber çağımızda materyalist düşünce tarzı ve argümanları egemen oldu- ğundan ve 80’li yıllardan sonra iletişim ağının israfı yüzünden bilgi kirliliği had safhaya ulaştığından, nerede ise insanların çoğu artık hayatı anlamsız ve acı olarak hissediyor. Tarih boyunca realitenin, anlamın, iyilik ve güzelliğin iki önemli şahidi olan din ve sanat, artık fonksiyonlarını icra edemiyor.
Dinler, fen ilimlerinin etkin olduğu son 300 yıldır, bilim ve hakikat algısı alanındaki etkinliği- ni kaybetmiştir. Çünkü dinin temel kutsal kitapları, hermenötik (yorum isteyen) literatür oldu- ğundan ve başta Kilise olmak üzere dinî kurumlar, yoruma karşı geldiğinden dinî metinler birçok konuda bilimsel verilerle çatışıyor durumdadır. Dolayısıyla hakikat algısı alanındaki egemenliğini kaybediyorlar.
Dine nispeten sanat, hakikat algısı alanındaki egemenliğini bir derece koruyordu. Fakat bu- günlerde Gerçeğe ve Geleneğe Karşı isminde bir kitap çıktı. Kitap henüz elime geçmedi. Ama kitabın ikinci ismi, sanatla ilgili yazılar olduğundan anladım ki; yazar, sanatın hakikatin varlığına olan şahitliği aleyhinde bu kitabı hazırlamıştır.
Bu kardeşiniz 30 yıldır, hem bireysel hem seçkin bir arkadaş grubu ile beraber, hakikatin ve güzelliğin varlığına dair çalışmalar yapıyor. 30 kitap, 300 makale ve 75 konferans gibi bir malzeme ortaya çıktı. Burada işin detaylarını bu çalışmalara bırakmakla beraber, bu yazıda beş temel tespiti hatırlatıp bunlardan sadece birisiyle ilgili Kur’anın sekiz ayetinin anlam açıklamasını (tefsirini) vereceğiz. Anlam açıklaması, diyorum. Çünkü dinî metinler, çok kat- manlı ve çok bağlamlı, yoğun, derin ve arketipal literatür olduklarından hermenötik yorum ve ilmî analiz istiyorlar. Onun için meal bazında anlaşılmıyorlar.
İşte: 1) Bugün ilmen anlaşıldı ki yokluk denen şey sadece kavramsal bir şeydir; aslında ne soyut ne de somut boyutuyla yokluk yoktur. İnsanın yokluk gibi bir duyguyu hissetmesi, varlığı ve güzelliği gerçek manada tatması ve elde etmesi içindir. Yani bu yokluk duygusu bile bir nevi varlıktır.
2) Demek varlık bir tanedir ve sonsuzdur. Ama sonsuzluğun, yansıma boyutuyla da realize olması için yaratması gerekir. Yaratmak şudur: O sonsuz ve bir olan varlık, sonsuzluğu tam manasıyla tamamlamak için bazı niteliklerini göreceli olarak artı-eksi, iyi-kötü gibi dualiteli bir duruma getirir. Bu dualiteli 0-1 sisteminden iki yönden; güzel ve anlamlı bir şekilde, başka bir boyutuyla sonsuzluğu elde eder:

a) Birincisi, zıtların sonsuz olarak birbiri içinde yansımasıyla elde edilen varlık katmanları..
b) İkincisi ise şudur: Biliyorsunuz; varlığın realiteliği hakkında en çok kafa yoran Dekart’tır. Ki onun devamı olan Fransız düşünce ekolünün son vardığı nokta; Varlık ve hayatın hakikati, hissetmektir, şeklindeki hükümdür. Bu konuda İzmir İlahiyatta M. Said Aydın yönetiminde önemli bir tez hazırlanmıştır. Ve bunun içindir ki tasavvuf ekolü, ihtiyacını hissetme ma- nasındaki fakr kavramını çokça kullanmıştır. Evet, Fransa’da sezgicilik ekolü, bir dönem ma- teryalizme iyi bir cevap oluyordu.
3) Varlığın üç sacayağı var: Enerji, yazılım ve evrim.. Eski dinî tabir ile kudret, ilim ve irade. Demek eğer varlıkları bu şekilde tanıyabilirseniz, her zaman varlık ve hayat hakikattir, diyebi- lirsiniz. Evet, hayat absürttür diyenlerin büyük çoğunluğu, varlığın mahiyetini ve sistemin işleyiş biçimini bilmedikleri için nihilist oluyorlar.
4) Kâinat ve varlık sistemi, gelişme; başka bir deyim ile mana üretme için kurulan bir fabrika veya bir sahne veya bir yarış meydanı gibidir. Siz de bu yarışmada hakikat var mı yok mu, gibi tartışmaları eğer aşarsanız, bizzat hakikati hissedip yaşayabilirsiniz. Bu varoluştaki yarış yasasının en çetrefilli kısmı, sosyal ve psikolojik hayat olduğu için dinî kitaplar, gerek bilgi ve gerek irşad (yönlendirme) konusunda en çok bu iki alan üzerinde durmuşlardır.
5) Hayat sonsuzdur; kesintisiz ve ebedidir.
Bu beş maddeyi birlikte ve bir temel zemin olarak düşünün. Çünkü bu beş bilgi, konumuzun delillerinin tam anlaşılması için vazgeçilmez birer esastırlar. İşte binlerce delillerden sadece sekiz tanesi: Bakara suresi, 256-263. ayetler.
Önce Kısa Bir Giriş
Yukarıda değindiğimiz gibi; varlık; enerji, yazılım ve evrim(gelişme iradesin)den oluştuğu için; varlık demek bir açıdan bilinç ve gelişme demektir. Bu bilinç fizikte, en ucuz ve en kes- tirme yolu tercih etme şeklinde yol alıyor. Kimyada adeta sonsuz oluşumlara elverişli reaksi- yon ve birleşimler şeklinde kendini gösteriyor. Biyolojide bin bir çiçekli, canlı, güzel oluşum- lar ve aşk şeklinde kendini gösteriyor. İnsanda ise, kalite, anlam ve soyut değerler tarzında kendini ispat ettiriyor.
Hakikat ve gerçekliğin iki temel şahidi olan din ve sanat, insandaki bu mucizevî yapının adı konulmuş iki ayağıdır. Demek din ve sanat yeteneği, varlıktaki o sonsuz bilincin dışa vuruş şeklidir. Eskiden beri, insanın tarifi ‘sosyal ve soyut değerleri bilen canlı varlık’ şeklinde yapılır. Onun için din, varlığın en çetrefilli iki noktası olan, insanın sosyal hayatında ve bi- linçdışı denilen görünmez bir okyanus gibi olan ruhanî hayatında çok aktif olmuştur. Ve bu konuda alternatifsizdir.
Bu bilinçli yapı, insanlığın, dinin temel kitapları olarak kabul ettiği bütün kutsal kitaplar için geçerlidir. Ben yirmi yıldır Tevrat, İncil ve Kur’an üzerinde çalışıyorum. Bu iddianın binlerce delilini gösterebilirim. Fakat tefsir edeceğimiz parça burada Kur’an ayetleri olduğu için; Kur’anla ilgili kısa bir şablon gösterip konumuz olan sekiz ayetin açıklamasına geçeceğiz. Şöyle ki:

Kur’anın bütün sureleri, varlığın ve hayatın mahiyetinin bir boyutunu açıklar. Bu boyut üze- rinden o varlığın ve hayatın geçirdiği gelişme sürecini önemli bir amaç olarak işin çiçeği ve çekirdeği olarak gösterir.
Bu sureler içinde üç tanesi, bu gelişme sürecini göstermede çok net bir şekilde dikkatimizi çekiyorlar. Birincisi Yusuf suresidir ki; zahiren en kötü bir konumdan varlığın, hayatın en zirve durumuna çıkışı anlatır. 111 ayettir. İkincisi, insanın manevi yükselişi demek olan İsra ve Miraç suresidir. Özet olarak, insanoğlunun yıkım, sürgün ve savaştan çıkıp, sonsuzluk ve sonsuz soyut değerleri anlayabilecek seviyeye gelişini anlatır. O da 111 ayettir. Bu iki surenin dizaynlarındaki mucizevî açılımları eğer görmek istiyorsanız, Kur’anın Evrenselliği ile Sade- ce İnsan kitaplarımda var olan bu iki surenin tefsirine bakabilirsiniz.
Üçüncüsü, Bakara suresidir. Kur’anın en uzun suresidir, 286 ayettir. Bu kadar uzun bir sure- nin konusunu sınırlı bir çerçevede görmek için surenin ana konuları ile ilgili şu beş cümleye dikkat edin:
a) Sure, kâinatın yani varlığın ve hayatın bilinci ve ruhu olan vahyin mahiyetini ve etkilerini anlatmakla başlıyor.
b) Başta Âdemiyet (medeniyet) olmak üzere, insanlığın dindar toplumsal yapısı demek olan Benî İsrail kavramı, surenin en önemli konularından biridir.
c) Vahyin, medeniyetin ve Benî İsrail oluşun, en verimli şekli olan İslam dininin tesisi, önemli bir yer tutmuştur surede..
d) Bütün Kur’anda da görünür. Ama bu surede daha net ve daha açık olarak gözlemleniyor: Bu surenin bütün ayetlerindeki konular, dualiteli ve diyalektiktir. Bu noktayı merak edenler, Kader ve İrade isimli kitabımda sırasıyla bu dualiteli ve diyalektik yapıdan 29 numuneyi gö- rebilirler.
e) Sure Mekke’de nazil olmadığı halde son üç ayeti (ki gelişmenin en mükemmel zirvesi olan imanın altı rüknünü anlatır) Miraçta nazil olmuştur, diye söylenir. D ve E maddelerini beraber düşündüğümüzde şöyle bir sonuç çıkar:
1) Gerçek manasıyla gelişme ancak dualiteli zıtların diyalektik süreci ile gerçekleşir. Anlam ve imtihan, ancak bu süreci yaşamakla ve imanın altı rüknüne inanmakla kazanılır.
2) Gelişmenin en zirve hali miraçtır ki; diyalektik süreci, geçmiş ve geleceği özellikle hayatın en önemli yönü olan insanın özgür iradesi ile yaptığı bütün işleri, o sonsuz bilinç deryası için- de görmek ve gözlemlemektir. Her şey yerli yerinde ve son derece güzeldir, diyebilmektir.
Şimdi asıl konumuz olan dirilişi ve ebediyeti anlatan sekiz ayetin tefsirine geçiyoruz:
2/256. Ayet: “Dinde zorlama asla yoktur. Çünkü doğru ve sağlıklı bilgiye dayanarak karar verme ile belirsizlik ve karanlık durumdaki karar verme arası artık çok nettir. (Demek dinin amacı, özgür olarak yaratılan insanoğluna bu netliği sağlamaktır; zorlamak değildir.)

İşte bu netlik ve özgürlükten sonra kim, tağutu (varlığı ve hayatı anlamsız ve absürt gören; dolayısıyla onları aşırılıklar ve taşkınlıklar tarzında israf eden anlayışı) inkâr ederse; sonsuz soyut varlık ve bilinç demek olan Allah’a inanırsa o asla kopmaz, kırılmaz ve çatlamaz bir hayat damarına tutunmuş olur. Allah sonsuz bir şekilde işiten ve bilendir.”
Bu ayetin daha iyi anlaşılması için sekiz kısa not yazmak gerekir; şöyle ki:
1) Bütün kadim tefsirlerin anlattığına göre; Hz. Muhammed Medine’ye gelince, daha önce Yahudi ve Hıristiyanlığa girmiş olan bazı çocukları hakkında Medineli Sahabeler, Hz. Mu- hammed’e biz bunlara ne yapacağız, diye danışınca bu ayet indi; din seçiminde zorlama yok- tur, dedi.
2) Bediüzzaman, Meyve Risalesinde; ontolojik olarak varlık ve hayat abes (absürt) değildir, hükmü netleştiğinde artık devletin dine müdahalesi şart değildir, diyor. Eski eserlerinde ise, Orta Çağda bu mesele net olmamasına rağmen (çünkü vahşet ve bedeviyet vardı) İslam dev- letleri yine bu ayete dayanarak hiçbir dinî grubu din değiştirmek konusunda zorlamamıştır. Bu asrımız ise ilim ve medeniyet asrı olduğundan hiçbir zorlama olmamalıdır, diyor.
3) Rüşd, doğru ve isabetli olarak karar verme demektir. Gayy ise, karanlık, kararsızlık ve be- lirsizlik demektir.
4) Tağuta küfür, tağutu inkâr ve onu hayatından tamamen silmek demektir. 5) Tağut kelime olarak, azgınlık yapan demektir. Burada maksat, hayatı ve varlığı israf olarak
görmek ve israf etmek demektir.
6) Urve kelimesi genelde kulp diye çevrilir. Ama Lisanül-Araba baktığımızda, büyük ağaç- ların asla bükülmez, kopmaz, çıkarılmaz, çatlamaz kök ve dalı manasında olduğunu görüyo- ruz. Evet, varlık ve hayat bir ağaç gibidir. Kim ona tutunsa o, ebedî olarak yaşama imkanını bulur; bunu hisseder; absürt anlayıştan kurtulur.
7) Vüska en güçlü vesika, belge ve dayanak manasına gelir; mübalağa kipinde bir kelimedir. Okunmayan vasıl elifi sayılmazsa 646 (19×34) eder. Bu sayı, ruhanî bir kişi olduğu için adeta ölümü yenen Hz. İsa’nın tanımı olan Kelimetün minallah ve ruhun minh (Allah’tan bir kelime ve ondan bir ruhtur) mealindeki cümlenin sayısal değeridir.
Evet, varlık ve hayat bilinç ve ruhtur, dindarlar buna Allah, der. Bu hakikat mucizevî bir tarz- da kendini fizik, kimya, biyoloji ve vahiy (kutsal kitaplar) şeklinde gösterir. Yusufun kardeş- lerinin babalarına karşı gösterdikleri belge manasına gelen mevsik kelimesinin de değeri yine 646’dır. Demek insan için asıl ve kopmaz, kesilmez varlık, bu soyut sonsuz bilince tutunmak, asıl varlığın o olduğunu bilmektir.
8) Bu bilinç, bütün varlıklarının ihtiyaç feryatlarını işitecek kadar hassastır; her şeyin ihtiyaç- larını görür. Çünkü o her şeyin özü olan ilim ve yazılımdır. Bu 256. ayetin, ebediyete ve haki- kate olan şahitliğine bilimsel bir isim eğer verirsek, buna ontolojik delil deriz. Bu ayetin gös- terdiği aydınlık manaya ontolojik delil diyoruz. Bu manayı biraz daha net anlamak için ise bunun öncesi olan 253-255. ayetleri göz önünde bulundurmamız lazımdır. Çünkü Ontoloji, varlık bilgisi demektir. Varlığın ise iki temel alanı vardır. Yaratan ve yaratılan..

İşte 253. ve 254. ayetler dünya ve ahiret boyutuyla yaratılışın mahiyetini anlatır. 255. ayet ise, Yaratanı anlatır. Allah’ı en iyi anlatan ayet olarak kabul edilir; ismi Ayetel-Kürsi’dir.
2/257. Ayet: “İşte sonsuz varlık olarak tanımlanan ve kendini maddi ve manevi vahiy ve hayat olarak gösteren Allah, kesintisiz bir şekilde inananların sahibidir. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkartır. Allah’ı (sonsuz soyut varlığı ve onun tezahürü olan vahyi ve ebediyeti) in- kar edenlerin ise, sahip ve yakınları, varlık ve hayatı anlamsız ve absürt olarak gören azgın kişiler ve ideolojilerdir. Bu tağutlar, o kâfirleri aydınlıktan karanlıklara çıkartırlar. Bunlar ateşin arkadaşlarıdırlar. (Ondan asla ayrılamazlar.) Onlar o ateşin içinde ebedî olarak kala- caklardır.”
257. Ayetin Nükteleri
1) Burada varlık ve yokluk karşılaştırılmıyor. Aydınlık ve karanlıklar karşılaştırılıyor. Çünkü mutlak manada yokluk yoktur.
2) Nur tekil olarak gelmiştir. Çünkü burada nurdan maksat kâinattaki anlamlı evrensel bilinç ile ifade ettiğimiz vahiy hakikatidir. Buna mukabil karanlıklar çoğul olarak gelmiştir. Çünkü vahiy, anlam ve bilinç ile varlıklara ve olaylara bakılmadığı zaman her şey ve her olay başlı başına bir karanlık olur.
3) Yüklem ve ön öznesi çoğul olarak geldiği halde Tağut kelime olarak tekil gelmiştir. Çünkü eşyayı, varlığı ve hayatı israf eden insanları azgınlaştıran tek bir ideoloji var. Birçok ekol ve ideoloji varsa da hepsinin söylemi bir noktada birleşir. O da Varlıkta ve hayatta hiçbir anlam yoktur, iddiasıdır.
4) Ayetin, dolaylı olarak karanlıklara, anlamsızlıklara, israf ve azgınlıklara ateş demesi, fizikî ve kimyevî bir nükteye işaret eder. Şöyle ki:
Hayat, ışık ve bilincin göründüğü skala olan denge demektir. Demek eğer aydınlık ve denge yoksa varlık ve varoluş, acı ve ateşe dönüşür. Çünkü yokluk yoktur. Sadece hayatın bozul- ması demek olan organizmanın dağılması vardır. Bu bozulmanın ismi ise acı çekmektir. Bu- nun en aktif sebebi ise, ısı dengesizliğiyle organizmayı bozan ateştir. Aşırı derecede olan eksi dereceler, beyaz ateş ile ifade edilir. Ki dış uzay, çoğunluk olarak bu eksi derecededir. Uzayın genel derecesi -273’tür.
5) Varlığı ve sistemi anlamsız görenlerin asıl hakkı mutlak yokluk iken; bunların karanlıklar içinde dahi olsa bir derece yaşama hakkı var. Çünkü var olmak ve sistem içinde yer almak başlı başına bir iyiliktir. Demek acılarla ve karanlıklarla dolu da olsa bir çeşit yaşama hakları vardır. Bu durum zamanla lezzete dönüşür. Onun için nihilistler ve materyalistler, zaman za- man sosyal aktivitelerde bulunurlar. Bununla hayatlarındaki boşluk, anlamsızlık ve yokluğu bir derece anlam ve varlığa dönüştürürler.
6) Demek bu 257. ayetin hakikate şahitliği; biyolojik, sosyolojik ve psikolojik yönleriyle ken- dini gösteren insan gerçeğidir.
5
2/258. Ayet: “Görmedin mi? O kişiyi ki; Allah ona mülk ve iktidar verdi diye şımarıp Rabbi hakkında İbrahim ile tartışanı?! İbrahim ‘Benim Rabbim, dirilten ve öldürendir’ deyince; o kişi, ‘Ben de Rabbim, ben de diriltir ve öldürüyorum’ dedi. İbrahim, ‘Benim Rabbim, güneşi, doğudan batıya götürüyor; sen de onu batıdan doğuya geti’, deyince; her şeyi geliştirmek için yaratan (Rab olan) Allah’ı inkâr eden o kişi, şaşırıp kaldı. Hiç şüphesiz Allah, dengesiz giden bir toplumu başarıya ulaştırmaz.”
Bu Ayetin Nükteleri:
1) Zaman ve mekân olarak görme imkânı olmayan bir durum için, görmedin mi, kalıbını kul- lanmak zahiren anlamsız gibi görünür. Demek bunun başka bir manası var. Evet, bu kalıp ilmî meseleleri anlatan cümlelerin başında gelir. Ve normal görme manasında değil de; bu ayette anlatılan ilmî gerçeği anlamadın mı, manasındadır.
2) Burada İbrahim ile tartışan adamın ismi geçmiyor. Bu durum der ki: İbrahim, tevhid ve bir Allah’a imanın sembolü ve simgesi olduğundan; Allah’ın varlığını ve birliğini inkâr eden her- kes, bu tartışmanın öznesidir.
3) Delil ve açık ispat istemek demek olan hacce fiili, etimolojik manasıyla ben gözümle gör- mediğim şeye inanmam, şeklinde tartışanları gösterir. Hacc kelimesi de bu kökten gelir; çünkü haccda İlahî sembolleri gözünle görüyorsun.
4) İbrahim’in yaratan kelimesi yerine Rabb ismini seçmesi, yaratılışın rububiyet yani gelişme için olduğunu bildirmek içindir. Dolayısıyla varlık ve hayattaki göreceli kötülüklerin hikmeti- ni de bildirmiş oluyor.
5) “Allah ona mülk (krallık) ve iktidar verdi” cümlesi der ki: Aslında varlık sonsuz ve bir ta- nedir; sonsuz bir dosyadır. Fakat Allah sonsuzluk gibi hikmetler için mülk ve yönetim duygu- sunun tetiklemesi ile insana bir benlik verir. İnsan bu benliğini o sonsuz sisteme entegre edip ebedileşeceğine, o sonsuz dosyayı inkar eder, kendini merkeze koyar.
6) Bu sonsuz dosyanın 0-1 sistemi, hayat ve ölümdür. Yani sonsuz olan varlık okyanusunun düzenli bir şekilde görünmesi ve yine ondan hiçbir şey kaybolmadan gizlenmesidir. Kendini yanılsama ile merkeze oturtan insan, önce ben de bunu başarabilirim. Demek merkezdeki güç (tanrı) benim sanır.
7) Fakat tevhidin ispatçısı olan İbrahim, bu sanal küçük dairedeki hayat ve ölümü bırakıp işi kâinat çapındaki hayat ve ölüme vardırıyor. Evet, bu manada güneşin doğması diriliştir; bat- ması ise ölümdür. Üstad Said Nursi, bu ayeti, küçük hayat ve ölümden büyük hayat ve ölüme geçiş şeklinde tefsir etmiştir.
8) Dünya ve güneş çapındaki hayat ve ölümün daha da büyüğü, varlığın iki temel özelliği olan entropi (enerjinin gittikçe sıfırlanması) ve bir daha o enerjinin toparlanıp organize olmasıdır. Fizik ilmi, entropiyi az çok biliyor. Fakat biyolojik oluşumlar denilen enerjinin geri kazanımı hakkında henüz hiçbir şey diyemiyor. Çünkü fizikçilerin bilimsel bir izah getirebilmeleri için sonsuz bilinci ve sonsuz sibernetik dengeyi bilmeleri lazımdır. Ama bilim henüz bu durumda değildir.

9) Ayetin son cümlesi: Allah zalim (dengesiz olan) bir toplumu hedefe vardırmaz. (Hidayet vermez.) Bu cümlede Allah kelimesi, sonsuz soyut bilincin ifadesidir. Hidayet (hedefe vardırma) bu bilincin aktif halidir. Kavim (toplum) kelimesi, entropiye (dağılmaya ve yokluğa mahkûm yapıların yok oluşuna) işarettir. Dengesizler demek olan zalimler kelimesi ise, bu yokluğun fizikî gerekçesini gösterir. Demek kim ebediyeti istiyorsa varlıktaki sonsuz bilince entegre olmalı. Ve bu entegrasyonda dengeyi asla kaybetmemeli ki; varlık ağacından sürekli olarak beslenebilsin.
Hulasa: İbrahim kelimesinin sayısal değeri ile eşit olan bu 258. ayet, bize dualiteli yapıyı, enerjinin entropisini ve onu geri kazanma ilkelerini ve enerjinin bu iki harfli yapısıyla yazılan sonsuz varlık dosyasını ve onun komuta merkezi olan mutlak birliği bildirir.
2/259. Ayet:
Ayetin meal ve tefsirine girmeden önce kısa bir giriş:
Bu ayet veya o kişi gibi ki şeklinde bir deyimle başlıyor. Ne eski ne yeni hiçbir müfessir, bu- rada veya ayrıştırıcı atıf ekinin ve gibi demek olan ke benzetme ekinin neden kullanıldığını anlamış değildir. Fakat 258. ayetin son cümlesini anladığımızda; neyi kastettiğini bildiğimiz- de bu iki ekin neden kullanıldığını anlıyoruz. Hemen hatırlatalım ki; 258. ayette mülk diye okuduğumuz kelime emlak manasında değil de krallık manasındadır. Buna göre bu iki ayetin cümle dizaynı şöyle olur:
Allah’ın hidayet vermediği zalim kavmin bir örneği, Rabbi hakkında İbrahim ile tartışan o kralın toplumudur. Veya bu zulmün bir örneği, 259. ayette anlatacağımız zatın (Üzeyir’in a.s.) kavmi olan Yahudilerdir. Birinci kavim, Allah’a inanmamakla zulmettiler. İkinci kavim ise, ahirete inanmamakla zulmettiler.
“Üzeyir, altı üstüne gelmiş bir köyün yanından geçti. Bu ölümden sonra Allah ne zaman bu köyü diriltecektir? dedi.
Bunun üzerine Allah onu (ve kavmini)1 yüz yıl ölü bıraktı. Sonra onu diriltti. Allah “Bu ölü durumda ne kadar kaldın, dedi. O bir gün veya yarım gün dedi. Allah hayır, sen yüzyıl kaldın, dedi. Yemeğine, içeceğine bak; henüz bozulmamışlar. Eşeğine (toplumsal gücüne) bak. Seni dirilttik ki; insanlar için bir belge olasın. Bak kemiklere (manevi soyut varlıklara.) Onları toparlıyor; sonra onlara et (somut varlık) giydiriyoruz. O zat, bütün bunları açıkça görünce; artık Allah’ın her şeye kadir olduğunu kesin olarak biliyorum, dedi.”
Bu uzunca ayeti tam anlamak için aslında tam bir cilt kitap yazmak gerekir. Fakat ayetin mu- cizevî kelime seçimi ve dizaynı ile inşallah biz bu manaları 12 madde ile çerçeveleyebilece- ğiz. Hemen hatırlatalım ki; bu ayette anlatılan hayat ve ölüm, sosyal hayat ve ölümdür. Çünkü bir kısmını gördüğümüz ve gelecek ayetlerde de göreceğimiz gibi; bu ayetin öncesi ve sonrası ontolojik, fizikî, organik, biyolojik ve manevi dirilişlerden söz ediyor. Demek bu ayet sosyo- lojik dirilişi anlatıyor ki; bu hayatın en önemli ve en anlamlı safhasıdır. Şimdi bu sosyal haki- kati anlatan maddelere geçiyoruz.
1 Ayetin başında Yahudi toplumu kastedildiği halde onları temsilen sadece “o kişi” ifadesi geçtiği için burada bu ilaveyi yapabiliyoruz. Çünkü maksat kendi şahsi ölümü değil de, Yahudilerin, Babil sürgünü ile toplumsal ölüm- leridir.

1) Atıf ve benzetme edatlarından anladık ki; zalim ve dengesiz olan toplum için bu iki ayet iki örnek veriyor. 258. Ayet, İbrahim’in getirdiği delillere karşı Allah’ı inkâr eden krallık sahibi toplum. (Ki kadim tefsirlerin çoğunda bu krallığa Nemrut krallığı denildiğini görüyoruz.)
Zalim kavmin ikinci örneği olarak ise, Allah’a inandıkları halde ahiret ve dirilişe inanmayan Filistin’deki Yahudi krallığını ve o krallığın oluşturduğu toplumu örnek veriyor. Yani birinci- nin zulüm ve dengesizliği, Allah’ı inkâr etmektir. İkincisinin zulüm ve dengesizliği, ahireti ve dirilişi inkâr etmektir.
Bu iki ayetin bağlamını böyle açıklıyoruz. Fakat önemli bir soru ortaya çıkıyor. Neden Yahu- di toplumu bir kavim ve krallık olarak değil de bir kişi olarak ifade ediliyor. Ki Mutezile eko- lü hariç bütün tefsir ekolleri, bu kişinin Üzeyir (a.s.) Peygamber olduğu konusunda müttefik- tirler.
Bu sorunun cevabı şudur: Yahudi milleti, gerek toplum olarak ve gerek devlet ve krallık ola- rak bütün varlığını vahye, peygamberliğe ve Tevratın çağlar boyu kaybolmamasına borçludur. Yahudi milletinden Üzeyir öncesi ve sonrası da birçok peygamber gelmiştir. Fakat o milletin uzun dönem süren hayat zincirini koparmaktan kurtaran; yani eski-yeni bütün Yahudi kültürel birikimini, Allah’tan aldığı vahiy ve ilhama ilaveten ilim ve hafıza gücüyle Tevrat olarak der- leyen Üzeyir’dir. (a.s.) Bu kelime onun sıfat ismidir. Nadir bulunan olağanüstü kişi demektir. Arapçada sevimlilik manasını bildirmek için ism-i tasgir (küçültme) kipi ile okunmuş. Şimdi- ki Yahudi kültüründe Ezra olarak ifade edilir. Yine aynı manayı veriyor. Hatta bu antikalığı, nadir bulunuşu ve mucizevî olarak Tevratı yeniden derleyişi için Allah’ın sevgilisi veya ola- ğanüstü insan manasında eski bazı Yahudiler, ona Allah’ın Oğlu demişlerdir.
İşte Mutezile ekolü bu nükteyi yani Üzeyir üzerinden bütün Yahudilerin anlatıldığını bilmedi- ği için; bu ayette anlatılan bu kişi kâfir bir kişidir, demişler. Zemahşeri de Mutezile ekolünden olduğu için bu manayı birinci tercih olarak vermiştir. Fakat diğer bütün tefsir ekollerine ta- mamen muhalefet etmemek için de, bunun Üzeyir (a.s.) olduğu rivayetini aktarmıştır.
Modern bazı müfessirler, hem ayetin manasını anlamadıkları için; hem Mutezile ekolünü be- nimsedikleri için; bu ayetin yeri burası olmamalı, deyip bunu Bakara 171. ayet ile beraber tefsir etmişlerdir. (Hakkı Yılmaz’ın İşte Kur’an adlı eserine bakabilirsiniz.)
2) Demek bu ayeti tam anlamak için bundan sonra özneyi ve ilk cümleyi “altı üstüne gelmiş bir köyün yanından geçen kişi” değil de; geçen toplum diye çevirebiliriz. Maksat toplum ol- duğu halde birey olarak ifade edilmesinin belagat nüktesi ise, bütün toplumun birden değil de, bireyler olarak değişik zaman ve zeminlerde harabenin yanından geçtiklerini tasvir etmektir.
Tefsirlerin çoğunda bu köyün yıkılmış Kudüs şehri olduğu şeklinde rivayetler geçiyor. Fakat bu Kudüs değildir. Çünkü ayetin sonraki cümlelerinden anlaşıldığı üzere; Allah ne zaman bu harabe köyü diriltecek, sözünün denildiği dönemde Allah’a inanan fakat ahirete tam inanma- yan düzenli bir Kudüs ve orayı yöneten Yahudi Krallığı vardı. Demek bu harabe köyden mak- sat, Kudüs değil de Filistin’in birçok yerinde var olan eski harabelerdir. Yahudiler eskiden beri, dindar bir toplum idiler. Fakat Milattan önce 700’lü yıllarda krallık kurunca, dünyayı fazlaca sevmeye başladılar; ahireti inkâr edecek seviyeye geldiler.

3) Bunun üzerine Allah, o toplumu ve o krallığı Milattan önce 6. asırda Babilliler eliyle yıktı; yani öldürdü. Onları yüz yıl bu sosyal ölüm içinde tuttu. Sonra İran Krallığı eliyle ve Tevratın onlara ruh oluşuyla onları diriltti. Yahudiler Babil’de herhangi bir aktivite gösteremedikleri için bu sürgün onlar için bir ölüm idi. Evet, hayat hareket ve aktivite iken, ölüm durgunluk ve üretimsizliktir.
4) Allah, Bu durumunuz ne kadar sürdü, diye sordu. Onlar, bir veya yarım gün, dediler.
[Bir veya yarım gün ifadesi, zamanın kısalığından kinaye olabildiği gibi; yüzyılın bir gün sayılabileceği, dünyanın ve tarihin geneline göre bu sayı bir gün gibi olduğunu bildirmek içindir. Ayrıca arada (yani elli yıl sonra) bazı Yahudilerin Kudüs’e döndüğüne de işarettir.]
5) Bu çelişkili ifadeden anlaşılıyor ki; Yahudi toplumu, ahiret ve dirilişe inanmadığı için baş- larına bu sürgün cezası geldiği gibi; sosyal ve ilmî birikimlerini kaybettiklerinden düşünce ve bilgi krizini de yaşamışlar. Allah ise, şu gelen beş cümlede anlatılan anlamlar sayesinde onları bu ölü dönemden kurtarmıştır.. Üç bin yıldır, onları tarihin motor gücü yapmıştır. Şöyle ki:
6) Allah “Tam aksine sen yüz sene bekletildin!” dedi. Yani varlık bir ve sonsuzdur. Onu za- man ve hareket gibi göreceli niteliklerle değerlendirirseniz yanılırsınız. Evet, varlık ve hayat sonsuz bir dosya olarak sonsuz bilinç içerdiği gibi; mevsim, yıl, yüz yıl, bin yıl, kişi ve top- lum şeklinde alt dosyalar olarak da bilinç içerir. Bilinç gerek bütün olarak ve gerek alt dosya olarak ölümsüzdür. Bazen değişik hikmetler için onun dondurulması, size burada bilinç, hayat ve varlık yoktur, dedirtmesin.
7) Bakın yemek ve içecekler, birer bilinçli yapıdırlar. Donduruldukları zaman yüzyıl bile geç- se bozulmuş olmuyorlar. Yemeğine ve içeceğine bak; henüz bozulmuş değiller, mealindeki cümleye bu şekilde mana verilebildiği gibi şöyle bir mana da verilebilir:
Siz Yahudiler için yüzyıl ölü olarak geçti. Fakat bakın, Kudüs’teki gıda ve içecekler taptaze ve diridir. Yüz yıl önceki aynı durumdadırlar. Yıllık göreceli ölümleri, onların mahiyetini ve içlerindeki bilinci hiç bozmuyor. Bunlar için yıllık ölüm neyse, siz toplum için de yüzyıllık ölüm aynı şeydir. Dünya ve tarih içinde yüz yıl, bin yıl ve 10 bin yıl aynı şeydir.
8) Bir de eşeğine bak! Burada cümle bu kadardır; dolayısıyla bunda bir yorum çıkartmak za- hiren mümkün değil. Fakat burada eşek kelimesinin hermenötik ve sembolik manasının ikti- dar olduğunu bildiğimiz için şöyle bir manayı rahatlıkla anlıyoruz:
Birey ve parça olsun, toplum ve bütün olsun, varlığın en birinci niteliği yokluğu kabul etme- yişidir. Yani bir çeşit sonsuz oluşudur. Evet, birey ölür ama ondan bir toplum çıkar. Toplum- lar ölür, ama onlardan daha güçlü ve canlı toplumlar doğar. Çünkü yenileri, geçmiş bilgi ve tecrübeyi kendine sermaye yaparak daha canlı ve daha güçlü olurlar. Demek işin püf noktası, bu biriken bilinçtir. Mesela Yahudi milleti tarihte tam 20 sefer sürgün ve soykırımlara uğ- radığı halde iyi bir eşek olan dünya iktidarını bugün bile ellerinde tutabiliyorlar. Çünkü on- ları canlı kılan bir din ve Tevrat ellerinde her zaman var olmuştur.
9) “Biz seni böyle diriltiyoruz ki; sen insanlar için bir belge (ayet) ve şahit olasın.”

Bu 259. ayetin tamamında görüldüğü gibi; ayetteki hitaplar bireysel olarak Üzeyir’e (a.s.) yönelik olduğu gibi; toplumsal olarak da Yahudi milletine yöneliktir.
a) Bireysel olarak der ki: Ey Üzeyir, seni yüz yıl sürgünde tuttuk. Sonra Kral Kiros, sana gö- rev verdi. O yüzyıl boyunca ölü gibi duran bütün Yahudi külliyatını Tevrat olarak sana top- lattırdık. Senin bu olağanüstü durumun, Tevrat kitabındaki bilgiler ve vahiy birikimleri, haki- katin varlığına bir delil ve ayet (belge) oldu.
Evet, tarih ilmi bu cümlenin manasını tamamen doğruluyor. Çünkü Yahudi tarihi, Milattan önce en fazla 1200’lü yıllara kadar gidebiliyor. Yani Yahudi tarihi olarak gösterilen Âdem, Nuh, İbrahim, İshak, Yakub, Yusuf, Musa, Harun, Davud ve Süleyman dönemleri olarak an- latılanlar, asla tarih değildir. Eski peygamberlere gelen arketipal (gaybî) vahiy literatürüdür- ler. Yahudiler sürgünden önce zaten dağınık idiler. Sürgünde ise tamamen durgun (ölü) hale geldiler. İşte bu vahiy literatürünü Tevrat olarak derleyen, yaşayan, yaşatan zat, tarihî olarak varlığını bildiğimiz Üzeyir’dir (a.s.) Hulasa: Yahudiliğin asıl kurucusu Musa değildir, Üze- yir’dir. Fakat zamanla bu arketipal (gaybî ve metafizik) literatür tarih sanıldığı için kahraman- ların yeri değişmiş oldu.
b) Buna benzer yanılgılara rağmen Yahudiler millet olarak da “Biz hakikatin varlığı konusun- da sizi insanlar için bir ayet (belge) yapacağız.” mealindeki cümleye örnek mana olmuşlardır. Evet, bunlar 2700 yıldır, dünyanın en eski yazılı dinî metinlerini bize ulaştırmışlardır. 20 sefer sürgün ve soykırıma rağmen dinî geleneklerini en ince detayına kadar yaşamışlardır. 10 bin yıllık medeniyet tarihinde sıfat-isim olarak dindar-medeni millet demek olan İsrail Oğulları övgüsünü ilk olarak hak etmişlerdir. Hulasa: Yahudilik demek Tevrat demektir. Tevrat, soyut bir ilim olarak ölmediğinden bütün soykırımlara rağmen Yahudi milleti ölmemiştir.
25 yıl önce Kur’anın birçok ayetinde: Varlıkta ve hayatta hakikatin varlığına en büyük delil Tevrattır, manasında birçok ayet görüyordum; kendi kendime bu nasıl olur, diye soruyordum. Çünkü başta Tarih, Antropoloji, Biyoloji, Sosyoloji olmak üzere bütün bilimsel disiplinler, Tevrat ile çelişiyordu. Ayrıca Avrupalı, Asyalı, Hıristiyan ve Müslüman birçok bilim adamı, o Kutsal Kitabı karalıyordu. Hatta Yahudi bilim adamları da bu karalayıcı kervana katılmışlardı. Fakat 20 yıla yakın bir zaman çalıştım. Tevrattaki literatürün hiçbirinin tarih olmadığını; ev- rensel ontolojik, antropolojik ve sosyolojik kuralların ifadesi olduğunu görünce bana, Evet varlık ve hayat hakikat imiş; Kur’an doğru söylüyormuş; Müslümanlar (cehaletlerinden do- layı) Kur’anı anlamıyorlar, dedirtti. Bu konuda 15 makalem ve üç kitabım var. İsteyene gös- terebilirim. Fakat bu konuda benden en çok kaçan Yahudi Cemaatidir.
Bu çalışmalarımın sonucunda; tahrif olmuştur, söyleminin de yanlış ve haksız olduğu ortaya çıktı. Çünkü yukarıda değinildiği gibi zahiren bilimlerle çelişince âlimler, herhalde tahrif ol- muştur, demişler. Evet, Tevrat denilen koleksiyon, tarih olarak okunduğu zaman en kötü kitap olarak önümüze gelir. İnsanlığı çokça yormuş ve daha çok yoracak bir sorun olur.
10) “Bir de kemiklere bak! Onları nasıl topluyoruz.. Sonra onlara et giydiriyoruz..”
İki nedenden dolayı sakın bu cümleyi biyolojik bir olay olarak anlamayın. Çünkü ayetin ana konusu sosyolojik diriliştir. Ve çünkü birçok dinî metin, sosyolojik, ontolojik ve antropolojik gerçekleri anlattığı halde meal-i zahirisine göre ele alınıp biyolojik bir izah olarak okundu- ğundan yüzde yüz hurafeye dönüyor. Kadının Âdemin kaburga kemiğinden yaratıldığını anla- tan hadis-i şerif gibi..

Evet, bu hadis biyolojik bir meseleyi anlatmıyor. Ontolojik bir gerçeği bize gösteriyor. Çünkü burada Âdem, ruh, kültür ve manevi boyutun ifadesidir. Havva da maddî, somut boyut ve bedenin ifadesidir. Evet, her erkek beden ve maddesi itibarı ile dişil (doğurgan) ve kırılgan bir kaburga olduğu gibi; her kadın da ruh ve manevi yönüyle âdemdir; insandır, erkekten hiç geri bir tarafı yoktur.
İşte aynen bunun gibi konumuz olan bu 10. maddedeki cümle de sosyo-ontolojik bir gerçeği bize anlatıyor. Hermenötik metin izahlarında belki siz de görmüşsünüz; kemik, insan ve top- lumun öz varlığı olan manevi ve soyut boyutu temsil eder. Et ise, o soyut boyutun giysisi olan somut varlığın ifadesidir. Buna göre bu 10. maddedeki cümlenin manası şöyledir, deriz:
- Bir beden gibi organizma olan bir toplumun öz varlığı, iman, dil, kültür ve diğer soyut de- ğerlerdir. Fakat değerlerin her birisi, toplumu oluşturmak için tek başına yeterli değildir. Onun için ayette “Biz önce o parçaları bir araya getiriyoruz. Bunlar bir araya getirildiğinde; hazır bir elbise gibi mevcut olan bireylerden anında toplumsal bir beden onlara giydirilir.
Bu cümlenin biyolojik bir izah olmadığına bir delil de buradaki sıralamanın Biyoloji bilimine aykırı oluşudur. Çünkü Biyolojide bilindiği üzere önce et olur. Sonra etin içine kalsiyum biri- kir, kemikler oluşur. Toplumsal yapılanmalarda ise önce ilke ve maneviyat olur; sonra o ilke ve maneviyata uyan bireyler bir araya gelir, bir toplum oluştururlar.
11) “Bu mesele net olarak ona görününce...” Ayette anlayınca veya bilinince denmeyip de; bu diriliş ortaya çıkınca: ona görününce, den-
mesi, bizim bu ayet ile ilgili yorumlarımızı destekleyen bir karinedir.
12) “Üzeyir (veya Yahudi toplumu) artık Allah’ın her şeye gücü yettiğini biliyorum, dedi.” Burada da üç önemli nükte var:
a) Toplumları toplum kılan ve onları canlı ve diri yapan önce bilgi sonra maddi güçtür. Buna işareten ayet, ilim ve kudrete vurgu yapmıştır.
b) 20 küsur sürgün ve soykırıma rağmen bugün dahi Yahudilerin diri bir toplum olmasının sebebi onlardaki bilgi ve zenginlik faktörüdür.
c) Üzeyir’in (a.s.) Tevratı yeniden ihya etmesinin sebebi; olağanüstü bir neden olarak Allah’ın sonsuzluğunu bilip ondan vahiy alması yanında; ondaki harika ilim ve hafıza yeteneği ile be- raber İran Kralından aldığı maddi destektir. Evet, Tevratın Üzeyir (a.s.) tarafından kaleme alınması üzerine 2550 sene geçmesine rağmen, içinde yanlış denilebilecek bir şeyin olma- ması, sonsuz bir ilim ve kudrete sahip olan Allah’ın bir mucizesidir. (Kur’an bu hakikati bir- çok ayette vurgulamıştır; şimdilik sadece 5/44, 7/144-145, 6/164. ayetlere bakabilirsiniz.)
Son Bir Hatırlatma: İnsanların çoğu, bu ayeti biyolojik, tarihî bir olay olarak okuduk- larından ve bu mana, Allah’ın dünyanın temelleri olarak yerleştirdiği kanunlara zahiren aykırı olduğundan modern bazı müfessirler bu ayet ahireti anlatmak için sembolik bir temsildir; İlahî bir tasarımdır, diye söylüyorlar.

Hâlbuki tasarım sıfatını Allah’a yakıştıranlar ne Allah’ı bilirler ne de Allah’ın vahyinin mahi- yetini bilirler. Allah onların kafasında meçhul, hayali, sanal bir değer olarak vardır. Vahiy de peygamberlerin, Allah’ın gözetiminde söylediği bir kısım vaaz ve ahlakî değerlerden ibaret kalır. Evet, Allah bütün varlık boyutlarını kuşatacak kadar sonsuz bir hakikat olduğu gibi; vahiy de bilinç ve hakikatin kendisidir; daima ya gaybî (metafizik) veya fizikî bir hakikati anlatır. Asla hayalî-tasarım tarzında (modernlerin kullandığı manasıyla sembolik) bir söz ve dizayn değildir.
2/260. Ayet: “Bir zaman İbrahim, ey Rabbim, ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster, dedi. Allah yoksa eğer gözünle görmezsen inanmayacak mısın? diye sordu. İbrahim, hayır, inanıyorum; fakat kalben de (duygu olarak da) mutmain olmak istiyorum, dedi: Allah ona: Kuşlardan dört tane tut; onları kendine alıştır. Sonra her birini bir dağın üzerine bırak. Daha sonra onları kendi yanına çağır; onlar koşarak sana gelecekler. Muhakkak Allah aziz ve hakîmdir.”
Bu ayetin anlaşılmasını bize sağlayacak on nokta:
1) İbrahim, Kur’anda ilk Müslüman olarak tarif edilir. İslam’ın ise, iki temel rüknü vardır. Birincisi Allah’a imandır ki 258. ayette bu ispat edildi. İkincisi ise, ahirete (biyolojik dirilişe) imandır ki bu ayette ispat ediliyor. Normalde meal tarzındaki manaya bakılırsa 260. ayetin 258. ayetten hemen sonra gelmesi gerekirdi. Fakat her iki ayet arasına sosyal dirilişi anlatan ayet girmiştir. Çünkü sosyal dirilişte sayısız mana ve deliller vardır.
2) İbrahimî dinî gelenek diğer batınî dinlerin aksine; dünya-ahiret, akıl-kalb, madde-mana, ruh-beden, zahir-batın ayrımını yapmaz. Aklen delilli olarak dirilişe inandığı halde burada bu dirilişi gözüyle de görmek istiyor. Ki akıl-duygu bütünlüğü gerçekleşsin.
3) Allah’ın (Rabbin) cevabı ise şudur: Din imtihan ve gelişme içindir. Biz bu biyolojik dirilişi sana gösteremeyiz. Çünkü imtihan sırrı bozulur. Fakat kalp ve duygularının tatmin olması için ona yakın somut bir misali sana göstereceğiz.
4) Burada kalpten maksat, duygusal tatmin demektir. Çünkü duygular, soyut algıya sahip olan akıl gibi gitmiyorlar. Başta hafıza olmak üzere duygular, ağırlıklı olarak somut veriler ile çalışırlar. Hulasa: Burada kalpten maksat, metafizik açılımı sağlayan duru-görü denilen in- sanın keşif duygusu demek değildir.
5) Dört kuş tut... İbrahim ile beraber 4+1 oluyor. Bu 4+1 formülünü hidrojen, oksijen, kar- bon ve azotu hayatın en temel malzemesi yapan ışık tarzında gördüğümüz gibi; sosyal ve on- tolojik birçok alanda dahi bu canlanma formülünü görüyoruz. Mesela bu formülü sosyal ve dinî alanda 4 halife + Hz. Muhammed olarak görüyoruz.
6) Neden dört kuş, örnek verildi? Bunun cevabı şu üç şık olabilir: a) Kuşlar, evrim ağacının alt basamakları sayıldıkları halde; o kadar harika, güzel ve mucizevî
işler görüyorlar ki; adeta hayat ağacının çiçeği ve meyvesidirler.
b) Atomdan gezegenlere, gezegenlerden güneş ve galaksilere kadar varlık fezasında uçan her şey birer kuştur. Her varlık, mesaj yüklü, uzayda uçan bir görevli gibidir.

c) Hz. Muhammed’in 4 halifesi de onun mesajını dünyaya yayan birer elçi görevini gördüler. Merkezde Hz. Muhammed olmak üzere o dört halife sayesinde dünya İslam medeniyeti olarak dirildi.
7) Ayette geçen fe-surhünne kelimesi genelde onları parçala diye çevriliyor. Fakat asıl ma- nası, onları kendine alıştır şeklindedir.
Üstad Bediüzzaman bu alışma kanununu dirilişin en önemli delillerinden biri olarak sayıyor. Bu kanunun bilim disiplinlerinde değişik isimleri vardır: Fizikte buna çekim gücü denilir. Bütün güneşlerin ve gezegenlerin oluşumu bu çekim ve kütle oluşturma kanununa göredir. Bunun kimyadaki ismi, organik maddelerin oluşumudur; Üstad Bediüzzaman’a göre: İnorga- nik maddelerin canlılar üzerinden organik maddelere dönüşümü; ahiretteki diriliş için bir hazırlıktır.. Bu kanunla ekolojide canlılar grup, sürü ve koloni oluştururlar. Bunun Biyoloji- deki asıl ismi DNA’dır. Sosyolojideki ismi ise, millet ve devlet oluşturmadır. Demek varlıkta asıl olan birlik ve canlılıktır, dağılma ve yok olma değildir.
8) “Her birini bir dağa bırak!” Dağ; fizikî, kimyevî, ekolojik oluşumların adı olduğu gibi; metafor olarak da önemli bir orga-
nizma olan devlet demektir.
9) Ayet, o dört kuş sana uçarak gelirler, diyeceğine koşarak gelirler, diyor. Bu ise evrim ve tekâmül kanununu hatırlatıyor. Çünkü uçmanın biyolojik aslı, bazı hayvanların çok hızlı koş- masının sonucu gelişen bir durumdur. Evet, ahiret gelişme ve tekâmülü gerektirdiği gibi; ev- rim ve gelişme de ahiretin olacağını gösterir.
10) Ve bilgi ki: Allah azizdir: (Sonsuzdur; sonsuz imkânlara sahiptir.) Fakat aynı zamanda hâkimdir. (İmtihan ve gelişme için işleri, sınırlı ve belirli ölçüler çerçevesinde yaratır.)
Demek işin asıl önemli noktası, bu ikili yapıyı görmek ve hayatımızı ona göre düzenlemektir. Zaten İbrahim’e ilk Müslüman denmesinin sebebi; kendi hayatında bütün zıt kutupları orta yolda dengelemesidir. Evet, İslam kelimesi barıştırmak demektir. Bu manayla İslamiyet, in- sanlığa şöyle diyor: Hiçbir zıt kutbu dışlamayın; hepsini dengeleyerek orta çizgide yaşamaya bakın. O zaman varlık size açılacaktır, anlaşılacaktır; gerçek manada hiçbir kötülüğün ol- madığını göreceksiniz.
2/261. Ayet: “Somut bir veri olan mallarını, Allah yolunda (sonsuz soyut değerler uğruna) harcayanların misali, bir tane gibidir ki; o tane, her birisinde yüz adet olan yedi başak verir. Bu biyolojik kanundan ayrı olarak da Allah, istediği (hak eden) kişi için bunu daha da arttırır. Allah sonsuz imkânlara ve sonsuz ilme sahiptir.”
Bu Ayetin Altı Nüktesi:
1) Mal ve zenginlik bir organizma olan insanın hayatını devam ettirmesi için kendine kattığı ilave verilerdir. Yani mal ve organizma somut da olsalar, malı nimet kılan ve organizmayı canlı kılan, onlarda sınırlı da olsa soyut bir boyut vardır.
2) İnsan bu sınırlı soyut boyutu yüzde yüz sonsuz soyut bir boyuta çevirebilir. Eğer bu iki imkanını Allah yolunda harcarsa.. Yani somut malı soyut manaya verirse ve somut organizma olan nefsini sonsuz soyut olan Allah’a entegre ederse..

3) Hububat ve benzeri biyolojik malzeme misali bize der ki: Biyoloji ve hayat, soyutun so- mutlaşması ve somutun soyutlaşmasıdır. Siz eğer gerçek manada bir hayat ve baharı istiyor- sanız; bu iki boyutun arasındaki dengeyi sağlayın.
4) Bu ayetteki yedi sayısı çokluktan kinayedir. Çünkü biyolojik varlıklar bazen bire bir mil- yon ürün verir.
5) Bire yedi yüz ürün, dünyanın dar imkânlarına ve kısa bir mevsime göredir. Yoksa eğer bu imkânlar, uzun zamana bırakılırsa, bu sayıları binlerce kat aşabilecek kadar çoğalır. Allah istediğine bunu daha da arttırır, cümlesinin bir manası budur. Bir manası da manevi bereket- tir. Evet, Allah, sonsuz varlık manasına geldiği için; uzun zaman gerçeğini ve sonsuz manevi boyutu gösterir.
6) Allah somut olarak sonsuz ve her şeyi kuşatan bir kudret2 sahibi olduğu gibi; soyut ola- rak da sonsuz ilim sahibidir. Demek bütün mesele, bu iki tarafın birliğini ve sonsuzluklarını idrak etmektir.
Hulasa: İnfakı; bencilliği bırakıp organizmanın bir gereği olan somut malları, sonsuz soyut değerler uğruna harcamayı ve biyolojik çoğalmayı anlatan bu 261. ayetten sonra gelen 12 ayetin daha konusu infaktır. Bu ayetlerin çokluğu ve dizaynları bizim konumuz olan diriliş ve ebediyetin anlaşılması için bize diyor ki:
Sizler dualiteli diyalektik varlığın mahiyetini ve başta sonsuzluk ve sınırlılık; soyutluk ve so- mutluk olmak üzere varlığın temel iki damarını bilmekle önemli bir bilgi sahibi oldunuz. Şimdi bu varlığın işletim sistemini öğrenin ki bunun adına Biyoloji denilir. Şöyle ki:
Biyolojik varlıklar, görevlerini yerine getirmek için bencilce davranan organizmalardır. Fakat bu organizmalar, sınırlı ve somut oldukları için ölümlü ve fanidirler. İşte bu zaafı gidermek için bencilliği bırakıp; sistemin sonsuzluğuna dönmeleri gerekir. Yani belli doğal görevlerden sonra; sınırlı varlık yerine sonsuzluğu; somut boyut yerine soyut boyutu esas almalısınız. Ki varlık ve hayat anlamsız değildir, diyebilesiniz. Ve bu sayede ebedileşesiniz.
Biz bu 12 ayetten ikisini daha buraya alıyoruz. Çünkü bu iki ayet, anlattığımız bu ebedileşme sisteminin işletim mekanizmasını çok net olarak açıklıyorlar.
2/262. Ayet: “Mallarını Allah yolunda harcayıp da ardından minnet ve eziyet ilave etmeyen- ler, aslında hiçbir şey kaybetmiyorlar. Çünkü bu görünen âlemin karşıt boyutu olan ve Allah katı ile ifade edilen metafizik âlemde onlara tam bir ücret verilir. Ayrıca varlığın sonsuzluğu- nu ve soyut değerlerin asıl oluşunu bildikleri için de onlar ne korkarlar, ne de üzülürler.
Bu ayetin manası açıktır. Fakat üç kelimesine yine değinmek gerekir.
a) Minnet ve eziyet somut iki davranış biçimidirler. Kendilerini bu gibi takıntılardan kurtara- mayanlar, sonsuzluğu ve soyut değerleri anlayamazlar. Dolayısıyla minnet ve eziyet ile yapılan iyilikler tamamen boşa gider.
2 Vüsat kavramı, Kur’anda ve temel Arapça Lügatlerde gücün genişliği ve sonsuzluğu manasında kullanılmıştır.
b) Allah, zaman ve mekândan münezzeh olduğu halde Allah’ın katı tabiri dinî metinlerde çokça kullanılır. Bundan maksat ise, başta ahiret olmak üzere metafizik âlem demektir. Meta- fizik âleme Allah’ın katı denilmiştir. Çünkü o âlem, imtihan ve gelişme için olmadığından, Allah’ın icraatı orada net ve açık olarak gözüküyor.
c) Korku, kaos ve geleceğe yöneliktir. Fakat varlığın mutlak düzenden ibaret olduğunu bilen- ler artık korkmazlar. Üzüntü ise, kayıp ve geçmişe yöneliktir. Yokluğun ve israfın olmadığını, her şeyin kaydedilip değerlendirildiğini bilenler için bu da söz konusu değildir.
Bazıları bu korkusuzluk ve üzüntüsüzlük seviyesi, ahiret içindir demişlerse de Kur’an ve irfan ehli olan âlim mutasavvıflar, bunun dünyada da mümkün olduğunu hatta gerekli olduğunu söylemişler. Sistemi ve varlığı tanımak demek olan irfan için cennet demişlerdir.
2/263. Ayet: “Evet güzel bir söz ve bağışlama, ardından eziyet gelen sadakadan daha hayırlıdır. Hiç şüphesiz Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Ve Allah her şeye karşı yumuşak davranır; her şeyi tam değerinde değerlendirir.”
Bu ayetin de üç nüktesine dikkatleri çekmek gerekir. Şöyle ki:
a) Güzel söz ve bağışlama, soyut değerler için küçük ama önemli iki misaldir. Eziyet ile veri- len sadakanın ise, sadece somut boyutu kalır. Minnet ve eziyet ile verilen sadaka küçük ol- masına rağmen; çirkinlik için çok önemli bir örnektir.
b) Dünya hayatı zıtlardan teşekkül ettiği için; ister istemez bazı yanlışlıklar olur. Fakat varlıkta asıl olan birlik ve sonsuzluk olduğundan; bağışlamak ve yanlışları telafi sistemine bırakmak önemli bir değerdir; soyut ve manevidir. Sistemi ve varlığı tanımak için önemli bir tetikleme noktasıdır.
c) Allah ganidir (zengindir.) İsteseydi herkesi zengin olarak yaratırdı. Fakat insanların sonsuz- luğu anlaması, bencilliği bırakması gibi binlerce hikmetler için; zengin-fakir şeklinde toplum- da bir diyalektik oluşturmuştur. Demek zararlı olan zengin ve fakirin varlıkları değil de bun- ları İslam dini çerçevesinde dengelememektir.
“Allah halimdir.” Bu cümlenin ilk manası Allah şefkat ile muamele eder; yanlışların çoğunu bağışlar. Dolayısıyla ahiretten korkmayın, şeklindedir.
Bununla beraber halim, hikmetle ve anlamlı olarak iş yapan manasına da gelir. Bu kelime, bu manasıyla diyor ki: Varlık ve hayat hakikattir; hiçbir şey anlamsız ve absürt değildir.
28. 02. 015 Bahaeddin Sağlam

Niyazi Mısri'den

Naranı terk etmeden yaranı arzularsın
Hayvanı sen geçmeden insanı arzularsın

“Men arefe nefsehu fekad arefe rabbehu”
Nefsini sen bilmeden Subhani arzularsın

Sen bu evin kapusun henuz bulup acmadin
Icindeki kenz-i bipayani arzularsin

Taşra üfürmek ile yalunlanir mi ocak
Yüzün Hakk’a dönmeden ihsani arzularsin

Daglar gibi kusatmis benlik gunahi seni
Gunahini bilmeden gufrani arzularsin

Cevizin yesil kabini yemekle tat bulunmaz
Zahir ile ey fakih Kuran’i arzularsin

Sarabi sen icmedin sarhos u mest olmadin
Nice Hakk’in emrine fermani arzularsin

Gurbetlige dusmeden mihnete satasmadan
Kebab olup pismeden büryanı arzularsin

Yabandasin evin yok bir yanmis ocagin yok
Issız dagin basinda minmanı arzularsin

Bostani bagi gezdim hıyarını bulamadim
Sen sogut agacindan rummanı arzularsin

Başsız kabak gibi bir tekerleme söz ile
Yunus’leyin Niyazi irfani arzularsin.



Naran: Cahil
Yaran: Dostlar, sevgililer
“Men arefe nefsehu fekad arefe rabbehu” : Nefsini bilen Rabbini bilir. (Hadis)
Kenz-i bipayan: Sonsuz hazine
Taşra: Disari
Ihsan: Iyilik, lütuf (Allah’tan bagış)
Gufran: Allah’in gunahlari affedip, ortmesi, rahmeti.
Fakih: Islam’in hukuk yonunde bilgili olan kisi.
Mihnet: Zahmet, eziyet, dert, bela
Mihman: Misafir, konuk
Hıyar: Hayırlı
Rumman: Nar
Yunus’leyin: Yunus gibi
Irfan: Anlayis