Friday, December 18, 2009

DÜALİTE VE SOYUTLAMA


İnsanlık, kendisinin farkına vardığından beri düaliteyi öğrenmiştir. Fakat, soyutlama yapabilme seviyesine çok sonraları çıkabilmiştir. İnsanlığın bu düşünce seyrinde iki önemli kilometre taşı vardır. Biri semavi, yani vahiy ile gelen dinler, diğeri sibernetik teknolojisinin keşfi... Biri insanlığın başında, diğeri son zamanlarında...


Yaklaşık olarak dinlerin, yani vahiy ile gelen geleneklerin tarihi, yazı ile yaşıt olarak 6000 senedir. İnsanlığın soyutu algılamasının en önemli sebeplerinden biri, hiyeroglif işaretlerinin soyutlanarak alfabeye dönüştürülmesidir. Nitekim, Uzak Doğu yazılarında bu soyutlama tam gerçekleşmemiştir.


Biz, bu makalede, yaklaşık olarak birer kitap tutan sibernetik teknoloji izahını ve insanlığın soyut düşünceye yükselmesinin tarihini sunamayız. Fakat, varlıkbilim ve dinin, özellikle mirac (göğe yükselme) meselesinin daha iyi anlaşılması için, 6-7 temel kavramın diyalektiğini ve bu diyalektik mertebelerden soyutlama seviyesine çıkabilmeyi anlatmaya çalışacağız.


Önce, dinin diyalektik kavramlarından başlayıp sonra bilim ile alakalı konulara döneceğiz. Çünkü dinin tarihi, biliminkinden daha öncedir.


İşte, insanlığın dini düşüncesinde iki eğilim hep varolmuştur.


Teşbih ve tenzih.


Teşbih, insanın Allah’ı somut verilere, özellikle insana benzetmesidir. İlk dönemlerde insanlık, çocukluk devrini yaşadığı için, hep bu tarzda inanılmıştır. Ve bu şekilde inanç dahi, insanlığın yükselmesine, kalkınmasına önemli bir sebep olmuştur. İnsanı yamyamlıktan ve vahşetten kurtarmıştır.


Bu ilk dönemde soyut hakikatleri anlatan vahiy yok. İlk vahiy, Kur’an’ın ifade ettiği gibi Nuh (a.s.) ile başlıyor.


Nuh dönemi, tenzih, aşkınlık ve tevhid dönemidir. İbn-i Arabi’nin deyimiyle Nuh’ta kuddisiyet (aşkınlık, paklık düşüncesi) tecelli etmiştir. Ve bu yeni yapılanma, İslam dini düşüncesiyle noktalanmıştır. Fakat nasıl Yahudiler teşbihci ve Hristiyanlar takdisci idiler ise İslam tarihinde de Mu’telize tenzih ve takdisci olmuş, bunlara muhalefet olarak Muhaddisler teşbihci oldular.


Halbuki Kur’an, sırat-ı müstakimi, orta yolu emrediyor. İsra (mirac) suresinin son sayfası, bu teşbih ve takdisi beraber sunuyor. Ve surenin sonunu tekbir ile bitiriyor.


Ona ister Allah (soyut) deyin, ister Rahman (somut) deyin, bütün güzel sıfatlar O’nundur. Sen namaz ve ibadetinde ne çok sesli, ne çok sessiz ol! Orta yolu tut. Ve ‘bütün mükemmellikler Allah’ındır. O, doğmamıştır. O’nun ortağı yoktur. O hiçbir yardımcıya muhtaç değildir’ de. Ve O’nu aşkın, büyük bil!.”


Rahman, isim ve sıfatları temsil ettiğinden somut oluyor. Allah ise aşkınlık ve yüceliği ifade eder.


Bu teşbih ve tenzih ekollerinin esasta yalnız yapmaları ve tek taraflı gitmelerinin sebebi, Allah’ın ilim, irade ve kudret sıfatlarını beraber düşünememeleridir.


Tenzihçiler, Allah’ı salt ilim ve kanun olarak algıladılar. Teşbihçiler, Allah’ı, kudretin bir yansıması olan madde gibi hissettiler. Tekbirciler ve aşkın ekol ise, bu iki sıfatı beraber düşünüp Allah’ı irade sahibi olarak bildiler.


Bu üç sıfat, atomdan tüm kainata kadar her yerde beraber tecelli ediyorlar. Mesela, bir atom enerjisiyle kudreti gösterir, planlı olmasıyla ilmi, evrimleşme eğilimiyle iradeyi gösterir.


Üzerinde düşünülmesi gereken ikinci konu, gayb ve şehadetin diyalektiği ve sibernetik oluşlarıdır. Tecrubi ilmin sahası görünen alem yani şehadet alemi olduğundan nasıl bir sürü gaybi konuyu inkara ve dolayısıyla dışlamaya gitmiştir. Öyle de gaybi bir çok konunun da bu şehadet aleminde varlığını kabul edip, bir yığın hurafelere kapı açılmıştır veya sebep olunmuştur.


Mesela; “Adem” kavramı, “beşer” kavramının diyalektiği olarak gaybi bir kavramdır, tüm insanlığın gayb aleminde temsil edilişinden ibarettir, altmış zira’ boyunda bütün dilleri ve dinleri bilen bir arketiptir. Gayb aleminde ruhani olan melekler, ona, o ruhani tiplemeye secde ediyorlar. Nasıl ki bu şehadet aleminde onların temsilcileri olan hayırlı varlıklar, insanların maddi ihtiyaçları için hizmet ediyorlar. Ve kötülüğü temsil eden iblis ve O’nun binekleri olan zararlı maddeler insana zarar veriyorlar, ona hizmet etmiyorlar.


Evet, Kur’an Adem’i gaybi, yani meleklerle içli dışlı bir şahıs olarak anlatıyor. Ve insanın maddi boyutu söz konusu olduğunda, ona beşer (ten)¹ veya biyolojik yönüyle nefs-i vahide (tür birliği ve türün hakikati) diyor.


Ve insanlığın bir dönemi Adem olmadan geçtiğini bildiriyor. (İnsan, 1) Ve “insanlar bir tek toplum idiler. İhtilafa girdiklerinde, hakkı ikame etmek için, Allah peygamberler gönderdi.” (Bakara, 213) diyor.


Özetle; Beşer, insanlığın maddi boyutunu, Adem, insanlığın kültürel ve ruhani yönünü bildirir. “Nefs-i vahide”² ise işin soyutlanmış şeklini ve ortasını gösterir. Çünkü nefis (kişilik), ruh ile beden ortasında bir geçittir. Ve tür kavramı manasına gelmekle soyut bir kavramdır.


Dinin bu kavramları anlaşılmamasından dolayı katledilip hurafelere kapı açıldığı gibi, Kur’an’da sık sık geçen “Semavat”, “Arz” ve “ikisinin ortası” kavramları da yanlış anlaşılmıştır.


Arzdan maksat, yeryüzü, semavattan maksat gökyüzü ve aralarından maksat da atmosfer olarak anlaşılmıştır.


Halbuki, semavat, gayb alemi demektir. Yüce, çok ve aşkın alemler manasına gelir. Arz ise; toprak olan bütün yıldızlar demektir. Araları ise gayb ve şehadetin birleştiği biyosfer ve hayat ortamı demektir.


Çok ilginç bir inceliktir ki, ayetlerle çoğul olarak “onların arasında” denmeyip “o ikisinin arasında” denmişti. Halbuki semavat çoğuldur.


Kur’an, Allah’ı şöyle tarif eder : “O gaybi ve şehadeti (görünen ve görünmeyen alemleri) bilendir. Şehadete göre O aziz ve güçlüdür, gayba göre Hakimdir. (Her şeyi yerli yerinde yapar.) (32/7)


Buradan anlıyoruz ki, göklerin (gaybın) ve yerin (görünenin) sırlarını bilmek, hayatın kendisini bilmeye bağlıdır.


Evet, hayattan gayb alemine geçmeye bir yol vardır. Ve genetik kod veya hafıza, tıbbın tabiriyle kişilik, ruhu bedene, gaybı şehadete bağlar. Ve ancak yüksek bir RAM (hafıza) ile soyutlama yapılabildikten sonra hayatın bazı sırları anlaşılabilir.


İslam, bu soyutlama zirvesine “tevhid zirvesi” veya “mirac’a çıkış” diyor. İsra suresinin 111.ayeti dolaylı veya açık olarak hep bu yükselişi anlatır.


Bu zirve nokta, hayatın bütün alanlarında çok önemli fonksiyonlara sahiptir. Çünkü hayat, bir birlik eylemidir. Ve bu birlik, ancak soyutlama yapıldığında gözlemlenebilir.


Ve mesela tıpta dahi Freud, ferdin egosunu esas alırken Jung, kollektif egoyu esas alır. Fakat gerçek doktorların bildiği gibi, gerçek, ikisinin ortasıdır. Ve bir derece soyuttur.


Bence Jung, ferdi egoyu yok ve zayıf kabul ettiği için, Allah kavramına inanmamıştır. Çünkü ferdi ego, insanlık dünyasındaki Allah’ın halifesi ve temsilcisidir.


Ve mesela sosyal hayatta, komünizm, toplumu esas alırken, kapitalizm ferdi esas almıştır. Her ikisi de aileyi ihmal etmiştir. Din ise, ferde ve topluma eşit olarak önem verdiği kadar, aile sağlığına da önem vermiştir. İşin ortasını bulup aile hayatı ve namus gibi soyut değeleri korumuştur.


İslamın bir ismi de sırat-ı müstakimdir. (doğru ve dengeli yoldur) Kelime olarak da islam, barış demektir. Yani sıcak ile soğuğu, dünya ile ahireti. işçi ile patronu, vs zıtları dengeleyerek insanlık dünyasında bir bahar ortamının kurulmasına sebep olur... Düşüncede tevhidi esas alarak insanın soyutlama yeteneğini geliştirir.


Sahabeler dönemi, bu barışın en önemli bir örneğidir. Dünyayı terk etmelerinin dışında bu tevhidi ve birliği en iyi yaşayanlar olarak islam mutasavvıflarını görüyoruz. Onlardan biri olan Niyaz-i Mısri şöyle demiştir :



Lütf u kahrı şey-i vahit bilmeyen çekti azap

Ol azaptan kurtulan olur sultan anlar bizi


İşte bir taraftan böyle sultanlar yetişmiş iken, diğer taraftan her şeyi materyalist diyalektik felsefeyle izah edip, insanların yarısını komünizmin esaretine atan Marx gibi adamlar çıkmıştır.


Diyalektik felsefe, kainattaki rahmet, rızık, hafiziyet ve yararlılık (hikmet) gibi bir sürü soyut kavramı izah edemediği gibi tek dayandıkları şey, zorunluluk, zaruret kavramıdır.


Evet, kainatta düzen ve intizamın sağlanması için, göreceli ve Allah'ın icadının bir sonucu olarak, bir zorunluluk gözlemlenmektedir. Fakat bu durum, kainatta zorunluluğun karşıtı olan iradi fiillerin olmadığını gerektirmez. Çünkü, her şey,zıttıyla vardır. Bence, materyalistlerin maddeyi kabul edip de maddenin karşıtı olan mana ve ruhu inkar etmeleri, en büyük çelişkileridir.


Bence materyalistler, insanların en ahmaklarıdır. Çünkü soyutlama yeteneklerini yitimişlerdir. Ve böyle insanların gözünde ne ilmin, ne sanatın, ne hukukun, ne şefkatin ve ne de namusun bir anlamı olmaz.


Fakat, insanları bu materyalize olmuş hale ve soyutlama seviyesinden düşmesi de mukadderrattandır. Çünkü, bir şeyin başı ile sonu aynı olur. İnsanlığın başı soyut değerlerden mahrum olduğu gibi, sonu da böyle olacak; ve böylece ekolojik veya sosyal veya fiziki kıyamet kopacaktır.


Evet, hiç bir tarihte materyalizm veya materyalizme dayalı hayat tarzı, hiç bu kadar egemenlik kuramamıştır.


Sözümüzü Kitab-ı Mukaddes'ten bir pasaj ile bitiriyoruz:


' Allah dedi : İşte adam iyi ile kötüyü bilmekle (namus gibi soyut değerleri anlamakla) bizden biri oldu. Ve artık ebedi yaşamayacaktır.' (Tekvin, 3)

Evet insan, bilinç ağacından yediğinden beri dertlerin ve dolayısıyla dermanların farkına varmıştır. Hayvan sürüsü olmaktan kurtulmuştur. Adem olup, yer yüzünde Allah'ın halifesi olmuştur.


Ne yazıkki, bazı dinsizler onu, yine gerisin geriye götürmek istiyorlar!