Wednesday, November 18, 2009

ALLAH’I BİLMEK


Allah ile ve Allah’ın esması ile ilgili, insanlar adedince kitaplar, makaleler, dersler, yaşanmış vakalar milyarlarca var. Yalnız bu kardeşinizin 10-15 çalışması var. Biz şimdi o sonsuz okyanusa giremeyiz. Sadece sözlük tarzında bir kısım Notlar tutacağız. Ki, bu sahada boğulanlara bir nefes olsun. Ve Kur’an’ın, yanlışın tashihinde dahi mucize olduğu görünsün.

İnsanlar ilk dönemlerde çocuksu bir anlayışa sahip olduklarından, her şeyi canlı ve tapınmaya layık görüyorlardı. Özellikle kelimelerin başına tanrı manasına gelen “ The ” ve “ El ” takılarını koyuyorlardı. Özellikle sığır gibi çok faydalı canlıları bir put olarak ediniyorlardı. Fakat bu, başta ibadet ve dayanma duygusu olmak üzere insanın ruhuna ve sonsuzluk ve ebedilik isteklerine ters geliyordu. Onların bu davranışı ve eksik ibadeti, dengesizliğe ( zulme ) sebep oluyordu.


İşte Bakara Suresi ayet 54, bu canlı ve dokuzlu düzenekli zinciri ve neticesini şöyle anlatır:


Bir vakit ( çok eski dönemde ), Musa ( inanç ve düzen adamı ) size dedi ki: ‘ Ey kavmim ( toplumsallaşmış ve değerleri öğrenebilecek grup ) siz, buzağıyı ( canlı, faydalı fakat fani ve sınırlı şeyi ) mabud edinmekle, nefsinize ( yapınıza, duygularınıza ) zulmettiniz. ( Dengesizlik yaptınız. ) Sizi çok çok güzel yaratan Rabbinize dönün. O somutçu nefis duygularınızı öldürün; bu sizi yaratan O Rabbiniz katında ( beka ve ebediyetiniz açısından) daha iyi ve yararlıdır.’ Bunun üzerine Rabbiniz sizin soyuta ve sonsuzluğa olan dönüşünüzü kabul etti. O çokça bağışlayan ve esirgeyendir.


Sonra, zıtlar dünyasına yükseldiniz. Diyalektik süreci öğrendiniz. Fakat yine de birliğe ve sonsuzluğa tam çıkamadınız. Bu sefer kuru ve katı materyalistler gibi; “ Biz açıkça Allah’ı görmeden inanmayacağız ” dediniz. Sonsuz ve soyut bir gerçeğin gözle görülemeyeceğini anlamadınız. İşte bu ikinci aşamayı numarasıyla dahi diyalektiklik içeren 55. âyet şöyle özetliyor:


Yine bir vakit dediniz: ‘ Ey Musa! Biz Allah’ı gözlerimizle görmeden inanmayacağız. ’ Bunun üzerine yıldırım ( akımı ) sizi yakaladı. Siz de bakıp duruyordunuz.


[ Yani negatif-pozitif, hayır-şer diyalektiği birleşince, birlik ve bir derece sonsuzluk akımı gözle dahi görünür. Fakat insanı sarsar. En azından somutçu olan nefsini öldürür. İşte eğer bu ölümden sonra insan, soyut manevi şeylerle dirilebilse gerçek birliğe ve zirveye ulaşmış olur. Şu 56. âyete bakın: ]


Sonra o ölümünüzün ardından sizi dirilttik. Artık tam şükretmeniz gerekir. ” ( Soyut değerlerin kıymetini bilmeniz gerekir. )


2) Sonra bu sonsuzluk zirvesinde yine yanlış yaptınız. Allah’ın soyut ve sonsuz olduğunu bildiğiniz halde O’nu belli bir yönde itikad ettiniz. Allah sadece hayırda, Doğu’da veya Batı’da vardır, dediniz. İşte Bakara Suresi 115. âyet bu devreyi de şöyle anlatıyor:

Doğu da, Batı da Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın varlığı( ehadiyeti, birliği ) oradadır. Çünkü Allah’ın özgün varlığı çok geniştir ( sonsuzdur ) ve ilim ( bilgi, bilinç ) olduğu için sonsuz ve soyuttur.


Gelişmenin devamını ise 116, 117 ve 118. âyetler şöyle anlatır:


Fakat siz bu sonsuz ve soyut bilincin tecelli ve icraatını ( birim olarak değil de genelleme yaparak ) onunla aynı olarak kabul etmeniz gerekirken, onları Allah’ın evladı olarak edindiniz. ( Allah’ı maddi doğurgan bir varlık olarak bildiniz. ) Halbuki göklerdeki ( metafizik alemdeki ) ve yerdeki ( fizik dünyadaki ) her şey Onundur. Ona bağlı ve Onun emriyle hareket ediyorlardır.


[ Yani değişik vücutlar ve varlıklar yok. ]

O, sadece gökler ve yer olarak güzel şekiller yaratmış. ( Varlık bir ve sonsuzdur. ) O bu sonsuz varlıktan özel bir şey olarak bir dosya yaratmak istediğinde sadece emri olan ol ‘ Ol! ’ ile yaratır. [ Ve dindarlar o sonsuz mucizevî bilgileri hurafevari Baba-Oğul şeklinde anlatınca, işi kuru bir teizm olarak dayatınca ] hiçbir şey bilmeyen, gelişmiş oldukları halde, ilkel kalan dinsizler de şöyle sorun oldular:


Bu konuda hiçbir şey bilmeyenler, dediler ki: ‘ Neden Allah bizimle konuşmuyor. Veya bize bir mucize gelmedi.


Bunlardan önceki ilkel müşrikler de kendilerine gelen peygamberlerine öyle dediler. Kalpleri ( anlayışları ) tıpatıp aynı… Hâlbuki araştıran bir toplum için biz ayetlerimizi ( belgelerimizi ) açıklamışız. ” [ Sınav ve imtihanın gerektirdiği kadar. ]


3) Allah’ı bilmek için biri olumlu, biri olumsuz şu iki ayet çok önemlidirler:


Allah sonsuz ve soyut olduğundan ne fizik ne de metafizik alemde hiçbir şey Ona gizli kalmaz. Bu iki boyutu güzel bir şekilde belgeleyen, insanın ana karnındaki şekillenişidir. Bu şekilleniş Allah’ın birliğini, sonsuz güç sahibi olduğunu ve hikmeti icabı belli yasalarla iş gördüğünü gösterir. ” ( Âl-i İmran 4–5 )


İşte bu soyut ve maddi gücü ve yasaları ve bilinci görmeyenler çevreci dahi olsa, onlar sonsuzluğa, soyuta ve değerlere düşmandırlar. Bu gerçeği de Bakara Suresi ayet 98, şöyle ifade ediyor:

Kim Allah’a ( soyut ve sonsuz değerlere ) ve meleklerine ( metafizik ve ruhani değerlere ) ve peygamberlere ( düzen ve liderlere ) ve Cebrail’e ( bilinç ve vahye) ve Mikail’e ( ekolojik çevreye ) düşman ise, işte Allah da onun düşmanıdır. ” ( Yani o kişi, soyut, sonsuz ve temiz hiçbir değeri soluyamayacaktır. Kirlilik ve dumanlar içinde boğulup gidecektir. )


4)“ Ey ehl-i kitap, dininizde aşırı gitmeyin. Gerçek olmayan şeyleri Allah’a iftira etmeyin. İsa ibn-î Meryem ( insanlığın doğurduğu vahiy ) İlâhî bir elçiliktir. Allah’ın sözüdür. Ve O’nun ruhu ( logosu ) dur. Artık Allah’a ( Sonsuz’a ) da, peygamberlerine ( sınırlı somut dosyalara ) da birbirinden ayırarak inanın. ( Karakolu, devlet ile bir tutmayın. ) Fakat birliği de bölmeyin. “Allah üçtür ” demeyin. ( Devlet, bakanlık ve karakolun birbirinden kopuk ve ayrı olduğunu da sanmayın. Devlet birdir. Diğerleri onun nitelikleridir. Ortağı değiller. ) Eğer bu üçü, bir realite olarak bilirseniz bu sizin için daha yararlı olur. ” ( Nisa, 171 ) ( 19 x 9 = 171)

Demek, imanın sonsuz mertebeleri olduğu gibi küfrün de sonsuz derekeleri vardır.


5) “ Allah sadece İsa ibn-î Meryemdir, diyenler kâfir oldular. ( Sonsuz ve soyut bir değeri sınırlandırdılar. ” ( Maide, 17 )


Demek eğer, “ Sadece ” demeseler, Allah’ın sonsuzluğuna bir halel getirmeseler, Müslüman Sünniler gibi, “ Allah ve kelamı birdir ” diyebilirler. Eğer işi ete-kemiğe değil de, sonsuz olan vahiy ( logos ve kelam ) itibarı ile diyebilseler. Ayetin diğer cümlelerinin işaret ettiği gibi Allah’ı sadece İsa’ya indirgemek eksiklik ve suç olduğu gibi, ehl-i kelamın yaptığı gibi Allah’ı varlığın ötesinde üçüncü bir kategori olarak bilmek de eksiklik ve suçtur. Onun için Maide 73. âyet bizi şöyle uyarıyor:


Allah, üçün üçüncüsüdür, ( madde, ruh ve Allah şeklindeki bir taksim gibi ) diyenler de kâfirdirler. Eğer bunlar gelişip, bu eksik teizmden kurtulmazlarsa, onlardan kâfir olanlara çok acıklı bir azap dokunacaktır.


[ Bu son cümlenin sayısal değeri 2142’dir. “ Onlardan” manasına gelen “minhum” hariç. Çünkü o zaman azap umumi olacaktır. ]


İşte Kur’an her konuda olduğu üzere, ulûhiyet meselesinde de ayetleriyle mucizelik gösterdiği gibi; kullandığı veya kullanmadığı kelimelerle dahi mucize gösteriyor. Şöyle ki:


Kur’an bizim mecazen kullandığımız vücut, mevcut, îcad ( sonradan var etme ) gibi kelimeleri kullanmıyor. Çünkü varlıklar birer dosya ve form ve şekildir. Bunlar ise gelip geçicidir. Vücut denilmeye layık değiller. Kur’an bu tür form ve şekillerin fanilerine “ Serab ” diyor. Manalı olanlarına da, “ Hakk ” diyor. Bunların genel ismi ise “ Mubsırat ” tır. ( Görünen şeyler. )


Kur’anın kullandığı “ Halaka ” kelimesi ise şekillendirme demektir. Yoktan var etme değildir. Eğer o şekil çok güzel ve orijinal ise, ona “ İbda’ ” diyor. Eğer o şekil genetik veya ekolojik bir plan ve kadere bağlı ise, “ Halaka ” fiilinden sonra “ Fe kadderahu takdira ” deyimini kullanır. ( Onu planladı, yazılım haline getirdi, diyor. )


Kur’an bu görünen ve görünmeyen varlıklara İlâhî şuûnat ( nitelikler ) der. Onları sıfat olarak tarif eder. Çünkü varlık olarak Hakk sadece birdir. Diğer dosyalar, eşyalar ve nesneler Onun nitelikleridir. Bu nitelikler eğer bir sabit ve görünebilir realiteyi temsil ediyorsa onlara “ Esma ” ( Allah’ın isimleri ) denilir.


Yani devletin isimleri kağıt üzerindeki kelimeler değildir. Okullar olarak şekillenen Millî Eğitim ve hastahaneler olarak şekillenen Şifa gibi, gerçek değerlerdir. Allah’ın isimleri de böyledir. Onun isimleri kuru ve kof sözcükler değildir.


Âdem’in isimleri bilmesi, bu dosya ve eşyayı tanıyıp onlara sınır koyup birer kelime ile şifrelemesi demektir. Ki, insanoğlu ( âdem ) gerçekten bu işi iyi becermiş ve meleklerden üstün olmuştur.


Zaten “ Esma ” ve “ İsim ” kelimesi, damga, kabaran ve beliren nesne ve yükselen değer demektir. Ki, insanın bu konuda meziyetleri arttıkça, maddi ve manevi kemalatı tecelli eder. Eğer insan isimde boğulup, müsemmanın künhünü bilmezse isim olan o şey kuru bir laftan ibaret kalır. Onun için Kur’an Yusuf ve Necm surelerinde putlara “kuru isimler” diyor.


İslam’da da, diğer dinlerde de, mutasavvıflar hariç, genelde kelam ekolleri Batlamyus’un hayali astronomi bilgisi tesirinde kalarak, mecaz olan Arş ve Kürsi ve Semavat ( gökler ) tabirlerini yanlış anlamışlar.


Kürsi ”, Türkçe’de sandalye demektir. Varlık literatüründe, alt somut verileri temsil eder. Ki, iki ayrı hadiste bu realite “ Allah’ın ilmi ve Allah’ın ayağını koyduğu yer ” olarak tarif edilir.


Evet, sonsuz ama görünmez bir kudret ( enerji ) var. Allah ilmiyle ( yazılım ve planıyla ) o enerjiye bir şekil verir. O enerji mükevvenat (varlıklar ) olur. Bir hadiste: “ Semavat ( metafizik alemler ) Kürsi yanında, çöl içinde bir yüzük gibi kalır. Kürsi de, Arş’ın içinde bir yüzük gibi kalır ” denilmiştir.


Arş ise, kelime olarak padişahın iktidar tahtı demektir, mecazen padişahın emrinin geçerli olduğu memleket ve devlet demektir. Evet Allah’ın tecelli ettiği ve emrinin geçtiği alan ve alemlerin içinde maddi mükevvenat bir yüzük gibi kalır.

Çünkü her ismin, her sıfatın, her şuûnatın sonsuz arşları ( icraat alanları ) var. Mesela, su rahmet arşıdır. Işık, ilim arşıdır. Hava, irade arşıdır. Toprak hıfz ve ihya arşıdır.


Maalesef bu sonsuz soyut ontolojik realiteler, maddi birer çember olarak algılanmışlar. Hıristiyan dünyası da “ Semavat ” ( Gökler ) kelimesini uzay olarak algılamış. Ortaya kuru bir teizm çıkmış, dinsizlik fırsat yakalamış, Kilise’yi yenmiştir.


Hâlbuki İncil’e göre, uzay cehennem demektir. Gökler, geçmiş ve gelecek metafizik demektir. Ki İncil’in genelinde melekût ( varlığın iç yüzü ve gerçeği) olarak dile getirilir. Allah, özel nitelikleriyle bu metafizik alemde tecelli ettiği gibi, bu fizik dünyada da nokta tecelli olarak bazen Musa, bazen İsa, bazen dilenci, bazen Hızır olarak Kendini gösteriyor. Fakat Onun sistemi, kâfirleri tanımıyor. Bilgisayarın yabancı bir programı tanımadığı gibi… ( Matta 25. Bab’ı iyice okuyunuz. )


Bediüzzaman 30. Söz’de Fatiha suresinin son ayetinde üç grup insanı şöyle tarif eder:


Kendilerine ekstra nimet verilenler. ” Bu nimet, vahyin sonsuzluk içeren kurtarıcı ve yükseltici mesajlarıdır, diyor.


Kendilerine çok sıkıntı ve gazap inenleri ” de, vahyin bu nimetine değil de maddi ve somut sebeplere sıkı sıkıya başvuranlardır, diyor.


Gerçeği ararken saplananları ” da gerçeklik yolunda pozitivizm ve materyalizm toprağına saplananlar, diye tarif ediyor.


İslam dünyasının kadim tefsirlerinin bir kısmı ise, örnek olarak 2. gruba “ Yahudilerdir ” 3. gruba da “ Hıristiyanlardır ” demişler.


Çünkü Yahudiler, müteşebbis ve sebeplere sıkıca bağlanan ve o yüzden sürekli devletlerin gazabına ve işkencelerine maruz kalanlardır.


Hıristiyanlar ise, İsa’nın şeffaf, ruhani ve logos tabiatında soyutu ve sonsuzluğu göreceklerine, onun tabiatının tahlilinde adeta saplanıp kalmışlar.


İşte bu iki örnekleme, sırf bu nitelikler içindir. Yoksa Yahudi ve Hıristiyanlar tamamıyla kâfir ve cehennemliktirler, demek değildir.


Fatiha’dan söz ederken, aslında “ Besmele ” ayeti bütün bu yazdıklarımızı daha güzel bir şekilde özetliyor. Şöyle ki:


Allah ”: Sonsuz ve soyut varlık boyutunu ifade eder. Onun için sonsuz olmayan şeylere tapılmaz. Allah kelimesi de deyim olarak tapılan demektir.

Rahman ” ise o sonsuz ve soyut varlığın rahmet tecellisi olarak yasal, somut ve kevnî şekilde tecelli etmesi; demektir. Allah’daki ( soyut ve sonsuz varlıktaki ) aşk, somut ve sınırlı olarak tecelli ediyor. Bu tecellinin dindeki ismi Rahmaniyettir. Ehl-i tasavvufun “ Allah, Kendinden Kendine tecelli etti ” sözü de bu demektir.


Evet gerçekte bir olan kadın ve erkeğin nisbî farklılıkları nasıl bir aşk doğuruyorsa ( teşbihte hata olmasın ) Allah’ın soyut varlığı somuta aşıktır. Ve somut varlığı ise o sonsuzda, aşktan da öte tam bir eriyiktir. Yoksa, haşa!, Allah narsist demek değildir.


İşte bu sonsuz bireyleri ile sonsuz olan bu somut tecellilere Allah’ın arşı denilir. Ki, o niteliklerin en büyük somut tecelli aynası Hz. Muhammed’dir. Ki, zarif bir işaret olarak “ Arş ” kelimesi 570’dir. Tam O’nun yaratıldığı seneyi gösterir.


Demek bütün maneviyat dünyasının Onu lider bilmesi hayali bir şey değildir.


Demek Allah’a yakınlık, fizikî bir yol ve süreç değildir. Varlık Deryası’nda daha genişçe bir alanı bilmek ve yaşamaktır. Devletin, bir okul ve bir karakoldan başlayıp bütün niteliklerini ve özelliklerini bilmektir. Yoksa Ankara’da olmak devlete yakınlık demek değildir. ( 24. Söz 2. Dal’a bakınız! )


Hulasa Allah, sonsuz gizli ( soyut ) = Cemal; Rahman ( sonsuz ) somut ve katı yasalar olarak icraatlar = Celal; Rahim, olağanüstü, kerametler, mucizeler, inayetler, ilgilenmeler, ruhanilerle, insanlarla özel ilişkiler, dostluklar demektir. Yani Celal ve Cemal’in birleşmesi sonsuz bir bahardır. Bu Rahim kelimesinin sayısal değeri 258’dir. Ki, İbrahim kelimesinin de değeri 258’dir.


İşte bundan dolayı ve İbrahim Allah ve Rahman’ı Rahimiyet dengesinde yaşadığı için, Ona “ Halilullah, Habibullah ” denilir.


Hz. Muhammed de Onun çağdaş bir versiyonudur. ( Hacc, 78 )


7 maddiyatın ve sıkıntının, diyalektik ve cehennemin sembolüdür. 8 de, maneviyatın, nimetlerin ve cennetin sembolüdür.


İLAVE SON SEKİZ NOT


1) Eşyanın ve varlıkların dışı güzeldir. Fakat içi daha da güzel ve kalitelidir. İnsanın derisi ile beyni gibi… Evet, dünya güzeldir. Fakat Cennet çok çok daha güzeldir. Mülk ve diyalektik süreç güzeldir. Ama melekût ve metafizik çok daha güzeldirler. En azından fani ve sınırlı değiller.


Kur’an da, Kitab-ı Mukaddes de varlığın bu iç boyutunu, geçmiş ve gelecek mirasını bazen “ melekût ” bazen de “ semavat ( gökler ) ” ile ifade ediyorlar. Allah da sonsuz soyut varlığıyla daha çok bu sonsuz bilinç aleminde görünür.

Bu semavat tabiri asla uzay demek değildir. Tam tersi Matta İncili uzaya cehennem diyor. “ Orada soğuk, ateş ve diş gıcırtısı vardır ” diye tanımlıyor.


2–3) Şirk, bölücülük ve dağınıklık, o kadar çok büyük tahribat veriyorlar ki, Kur’an “ Yerler ve gökler bu suçtan dolayı parçalanmak üzeredirler ” diyor. Tevrat, “Allah asla eş koşulmayı kabul etmez. Çünkü kıskançtır ” diyor. Hatta Tevrat, Allah’a sınır getirmemek için Ona isim bile takmıyor. Çünkü isim, bir varlığı sınırlandırıp tanıtan bir çerçevedir. Onun için isim yerine “ Yahve = Ey Sonsuz Olan O ” veya “ Elohim = Herkesin, her şeyin mabudu ” diyor. Çünkü ma’bud olmak için sonsuz olmayı gerektiriyor. Evet Tevrat Allah’a sınır koymamayı “ Allah’ın ismini ağzına almamak diye ” On Emir içinde sayıyor. Ve Kur’an sırf bu nükte için 2698 kere Allah ismini tercih ediyor. [ İbranice olan bu iki ismin açılımı şöyledir: Yahve = Ya Huve; Elohim, Elo ( Allah ) him ( herkes ) yani sonsuz olan ve herkesin Allah’ı olan… ]


Müşrikler, somut bir kişilik olarak Allah’a inanıyorlardı. Fakat bütün kâinattaki varlıkları ve temel eylemeleri Ona eş koşuyorlardı. Kâinatın, somut varlık ve olayların Allah’ın Rahmaniyetinin tecellisi olduğunu kabul etmiyorlardı. Soyutta da, somutta da sonsuz bir birlik ve Tevhid onların ajite edilmiş benliklerine uymuyordu. Onun için Kur’an Furkan Suresi’nde “ Rahman’a tapın ” diye emredince müşrikler “ Rahman da kim? ” demediler. “ Rahman da ne? ” dediler. Varlığın soyut ve somut birliğini ve onların bu birliğini sağlayan sonsuz ilim ve bilincini anlamadılar. Bilinçsizlik ifade eden “ Ne” edatını kullandılar.


4) Bu asrımızdaki bilim adamları da, sonsuz bir enerjiyi görüyor. Fakat onun içindeki sonsuz bilgiyi ( yazılımı ) ve iradeyi ( sonsuz gelişme ve açılım isteğini ) görmüyorlar.


Dindarlar da benzeri bir eksikliğe girip kudret, ilim ve iradenin birliğini anlamıyorlar. Hâlbuki Allah’ın kudreti ( enerjisi ), ilim ve iradeyi içerdiği gibi, iradesi de ilmi ve kudreti içerir. Yani Allah’ın sistemi ve yaratması bütüncül ve mükemmel olduğundan Allah’a kadim Arapçada kâmil ve mükemmel denilmemiştir. Osmanlıcada ise “ Mahmud ve Hamid ” manasında kullanılır.


Evet, bugünkü dünyada, eğer dinsizler ve dindarlar da bütüncüllüğü, hiç olmazsa kudret, ilim ve iradenin bütünlüğünü bilseler, dünya yeni bir çağa girmiş olur. Barış ve selam çağı, kemalat çağı!


Evet, müşriklerin, şirk ve putperestliği bir ilkellik ve büyük bir suç ve gerilik olduğu gibi, dindarların ve ehl-i fennin de bu bölücülüğü daha büyük bir suçtur. Ve cehennemi gerektirir. Onun için Kur’an ve Risale-i Nur gibi tefsirler, tevhid ve birlik üzerinde çokça durmuşlar.


Hatta Risale-i Nur, kudret-ilim ve iradenin isbatı için ve birliklerini göstermek için tam 1000 sayfa yer ayırmıştır.


5) Evet birlik, bütünlük o kadar çok güzel ve sonsuz değerlerdir ki, onları sınırlandıracak bir yokluk yoktur. Evet bu asırda fizik olarak da, din ve ontoloji olarak da anlaşıldı ki, yokluk yoktur. Sonsuz bir varlık vardır. Eski alimler bu varlığa, Zorunlu Varlık ( Vacib’ül-Vücud ) demişler. Diğer yazılım ve şekillere de “ hâdis ” ve “ mümkin ” varlıklar demişler. O şekilde dinî değerleri savunmuşlar.


Hâlbuki Kur’an bu tabirleri hiç kullanmaz. Onda “ yokluk ” “ hudûs ” “ imkan ” kelimeleri geçmiyor.


Ayrıca bir şey varsa yok olmuyor. Sadece gayb alemine geçme var. Zaten Kelamcılar da hâdis ve mümkin bir varlık ( dosya, şekil ) var olduktan sonra “ vâcib ” oluyor, diyorlar.


Ah, bu terminoloji yerine otursa, dünyada her şey sonsuz bir nimet olur.


6) Hz. İsa ve ilk Hıristiyanlar da, başta Baba-Oğul-Ruhu’l-Kudüs üçlemesini tanımlamak için kullandılar. Fakat sonra üç ayrı varlık kategorisi oldu, insanlığın beyni bölündü.


Onun için İbn-î Arabî, bir olan varlığı 5 kategoriye bölerken, Kelamcıların hatasına düşmemek için daima onların birliğini savunmuştur. Fakat panteizmle suçlanıp yargılanmıştır.


İşte gelin dünyanın bu göreceli ters yüzünü görün ki, en yüksek bilinç ve varlık şekli olan sonsuz birliği savunmak insanın yargılanmasına sebep olabiliyor. Fakat İbn-î Arabi Hallaç gibi Ene’l Hak, demedi. Karakol ile devleti bir görmedi. Sadece varlığın birliğini savunduğundan asılmadı.


Kafanız karışmasın, sonsuz manalar üretmek üzere somutlaşan varlıkta bunlar da olmalı ki, sonsuz sistem tamamlansın, yokluk ve eksikliğe yer kalmasın.


7) Demek asıl olan devleti, soyutu ve sonsuzluğu bilip yaşamaktır. Fakat yine de bizim gibi sınırlı dosyaların onu bilmeleri için okula ve karakola başvurması lazım. Ama orada durmamak gerek. Çünkü sınırlı bir şey, sonsuzdan gayrıdır. İşte Kur’an’ın, eşyaya “gayr” demesi bu manadadır.


Evet, Ulûhiyet ile ifade edilen O Sonsuz Güzel’e ulaşmak için, Onun esma ve sıfatında durmamak gerek. Esma ve sıfatlar, araçtırlar. Amaç değiller. Yoksa buzağıya tapma döneminde durup kalırız. Evet, “ Esma ” nın da, buzağı manasına gelen “ İcl ” kelimesinin de sayısal değerleri 103’tür. Demek 103 kimisine göre zirvedir, kimisine göre buzağıdır. Evet, rızık, hem nimet tecellisidir, hem de buzağı olabiliyor.


İlginçtir ki, buzağı ile temsil edilen ekonomi ve borsalar da bugün bazıları için birer put olabiliyor.


8) Demek birlik, bilinç, sonsuzluk esastır. Buna ulaşmak için ibadet gibi sonsuz bir makama çıkacağız. Bu mertebeye “ Allah ismi ” bakar.


Ve bu sonsuzluk zirvesine çıkmak için de, Rahmaniyetin diyalektik sıcak ve sert fırınında ( evrensel cehennemde ) pişmemiz lazım. Bütün ehadiyet cilvelerini aşıp Onu Sonsuz Vahid olarak bilmek gerekir.


İşte bu noktaya “ Hepiniz, cehenneme uğruyorsunuz. Rahmaniyet’e isyan edenler orada diz çökmüşler olarak kalır. Müttakiler ise kurtulur ”. Rahimiyete ve Cennete yükselir. ( 19 / 71–72 ) meâlindeki âyet bakar.


Demek kim birliği, bütünlüğü, soyut ve somut yasaların gereğini bozarsa o çok çok sıkıntı çekecektir. Bugün bazı dindarlar da sıkıntı çekiyorsa, onların bu dağınıklığından ve bölücülüğündendir.


Geri kalan kısmı, şu makalelere havale ediyorum:


Vahyin Hakikati

Varlığın Haritası

Ateizmin En Önemli Sebebi

Varlık ve Bilinç ( Hz. Musa’nın Allah’ı Görmesi )

Marifet-i İlahiye İle İlgili Notlar

16. Söz

Besmelenin Sırları


16. 04. 2008

Bahaeddin SAĞLAM



Ayette geçen “ Vech ”, nuranî, ilmî, sonsuz varlıklarda, varlığın tümü demektir. Sadece yüz demek değildir. Bütün dilciler bu konuda müttefiktir. Zât kelimesi ise hem dişil, hem de sınırlılık ifade ettiğinden Kur’an onu kullanmamıştır. Yüz ise daha çok manevi ve sonsuzluk ifade eder. Bununla beraber zat kelimesini kullanmak caizdir. Çünkü birliği ifade eder ki sayısal sembol olarak 1101 ediyor. “ Onun yüzü ” manasına gelen “ vechehû ” ise 19 ediyor.

2 - Yani adam 21. Asırda da yaşasa ilkellikten kurtulmamış olabilir.

Ruhun, maddeyi formatlaması ve kendini biçimlendirmesi anlamına gelen “ahlak” da aynı köktendir. İngilizcedeki “ karakter ” kelimesi de somutlaşmış ruhi yapı demektir.

Bu sayı ise 19’un otuz katıdır ki “Arş” kelimesi Allah’ın arşı manasında Kur’an’da 19 kere geçiyor. 19. Sure 30. âyete ve 30. Sure 19. âyete de bakınız.

Bu ayrım ontolojik olacaktır. Yoksa Allah kelimesi, sonsuzluk ifade ettiğinden ona lafza-i celal demişler.





No comments:

Post a Comment